Önce Cemil Meriç’in lezzeti insanın dimağını açan şu satırlarını huşu ile hatırlayalım…
Başlığını da unutmayalım ki yazının yüzük taşı gibidir: ASALETİNİ KAYBEDEN İRFAN
“İrfanı hisarla kuşatmış Doğu, mabede bezirgân sokmamış. Yıllarca davar gütmüş, odun taşımış çömez… Meşaleyi çetin imtihanlardan sonra tutuşturmuşlar eline. “Emanetleri ehline tevdi ediniz” demiş din.
Mürit: Ceset. Can: Mürşidin nefesi. Hint’te hocaların soyadı taşınırmış. Karabetlerin (yakin olmaların) en mukaddesi, şakirtle üstat arasında bağ.
Asırlar geçti, birer birer söndü meşaleler. İrfan asaletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: Kültür. Genç kuşaklar, Batı’nın bit pazarlarından ithal edilmiş bu hazır elbiselere küçümseyerek bakıyor. Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan.”
Bu harika satırları burada tekrarlayarak, üstadın eleştirisinden kendimi azade tutmuyorum.
Çünkü başımıza ne geldiyse, hepimizin başına geldi.
Az veya çok, o haysiyetsizlik rüzgarından nasibimizi aldık.
Yazmak için ekranın başına geçince, kafamdaki bütün “günceller”den tiksinti duydum.
Halbuki hem 30 Ağustos’un ve hem Kurban Bayramının milli ve manevi atmosferi varken nasıl oluyor da tiksinti hissi ağır basıyor?
Sebebine kafa yorarken Cemil Meriç imdada yetişti.
İrfan’dan mahrum, bilgi kırıntılarını birbirine bağlamayı bile beceremeyen dolayısıyla “kültür”ün “kültür mantarı” tarafında “biten” çağdaş beyinler köşeleri işgal ediyor ve hayat alanımızı kokutmaya devam ediyor. Şu satırlara bakın: