Bir zamanlar esnaf loncalarının idaresinde neredeyse bağımsız
bir örgütlenme manzarası gösteren Maraş çarşısında geziniyordum.
Bir sandıkçı oymalı ahşap ceviz işçiliklerini satıyordu. Güzel
olmasına güzeldi bu el ürünleri ama gayet sağlamdı, usta işiydi ve
en önemlisi de, her biri üzerlerinde, yapanın zekâ pırıltılarını
taşıyordu. 10 Şubat'ta 99. vefat yıldönümünde rahmetle andığımız
Sultan II. Abdülhamid'in dehasından izler görüyordum.
Bir defasında da kalaycıyla karşılaştım çarşıda. Pek gençti, işini
aşkla yapıyordu. Elindeki çaydanlığı harlı ateşte ısıtıyor, sonra
üflüyor, yeniden ısıtıyor, arada elindeki çekiçle bir yerlerine
vuruyordu. Sonra kirli bir suya batırıyor, yükselen kalay kokuları
arasında eline alıp bir baba şefkatiyle siliyordu. Uzun uzun
baktım: bir dervişin kalbi atıyordu dükkânda.
Bu karanlık dükkânda ne kadar vakit geçirdiğimi neden sonra fark
ettim. Kimbilir belki orada bir süre daha dolaşsam her dükkândan
Evliya Çelebi'ye nazire yapacak kucak dolusu malzemeyle
dönebilirdim.
Meğer Ahmet Hamdi Tanpınar da bir zamanlar aynı duygulara
kapılmış:
“İnsan bu çarşıda kendisini İlyada'nın dünyasında sanıyor. Hangi
dükkâna giderseniz gidin, bir kahramanla veya onun çocuğu yahut
torunuyla karşılaşıyorsunuz. 25 yıl önceki destanın canlı bir
tarafını dinliyorsunuz. Kahramanlık, (…) o kadar herkesin malı ki,
en olmayacak hikâyeleri dinlerken bile insana karşısındakinin
övündüğü duygusu gelmiyor. Zaten onlara göre, kahraman kendileri
değil ki; kahramanlığı yapan şehir[dir]. Her şeyi onun için
istiyorlar, bütün medihler ona dönüyor.”