Silivri günlerinde ucu bucağı belirsiz mahpusluğu ayakta
geçirmenin başlıca yöntemi okumak ve yazmaktı.
Haftada bin sayfalık okuma fena tempo sayılmazdı. Yazma ise sadece
elle. Silivri mahpushanesinde daktilo, bilgisayar henüz
keşfedilmemişti. Bir tükenmez kalem ucuyla 20-22 satırlık 25 sayfa
yazılıyordu. Sağ el yorulunca, sol elle de yazma becerisini
kazanmak iyi bir zenginlik oldu.
Bir gece hücrede kendimle başbaşa kalemi sağ elimden sol elime
devrederken Prof. Dr. Mehmet Haberal’ı düşündüm. Gündüz duruşma
vardı. Verilen uzun arada dört saat kadar sohbet ettik. Tutukluluk
halinin kabul edilmezliğine ilişkin sözlerden sonra konu
Türkiye’nin geleceğine, eğitimin durumuna, oradan organ nakline
ilişkin bitip tükenmek bilmeyen çabalarına geldi.
Prof. Haberal, en çok hastalarından, organ nakli ameliyatlarından
ayrı kalışına yanıyordu.
O gece şöyle düşündüm:
Arkadaş, sen elinde kalem, her şeye karşın işlevini sürdürüyor,
kendini geliştirebiliyorsun; ya Haberal Hoca, hapiste körelir,
neşter kullanma yetisini kaybederse!”
Bu içerde dışarda pek çok kişinin kaygısıydı. Zira tutukluluğun
yanı sıra yöneltilen suçlamalar, yargılama şekli vahşiceydi.
Örneğin; Haberal’ın memleketi Rize’de eski adı Haçapit olan bir
yerleşim yeri var. Defterindeki, “Haçapitli bir grup gelecek” notu
kendisine şöyle sorulmuştu:
Hoca tipli bir grup gelecek derken, neyi kastediyorsunuz?”
Yargılama öylesine kin, cehalet ve görevlendirilmişlik ruhuyla
yapılıyordu ki, soruların mantığı şuydu:
Çok sık organ naklinden söz ediyorsunuz. Hangi yayın organıyla kime
ne tür fikirler naklediyordunuz?”
&nb...