İslâm’ın doğuşundan önceki Hicaz bölgesinde bilgi aktarım aracı olarak yazının kullanımı yok denecek kadar azdı. Bilgiler genellikle şifahi yolla aktarılıyor ve korunuyordu. Bu coğrafyada ilk ciddi yazılı belge Kur’ân-ı Kerîm’dir. Hz. Peygamber’in, yazılı kültürün gelişmediği bir toplumda Kur’an’a karıştırılmasından kaygılandığı için hadislerin yazılması konusunda -birkaç istisna dışında- kimseye izin vermediği bildirilir. Öte yandan -ilgili ayetlerde de belirtildiği üzere- Kur’an’ın tebliğcisi ve model uygulayıcısı olarak Hz. Peygamber’in sözleri ve davranışlarına ilişkin bilgiler yani hadisler, sahih bir İslâm anlayışı oluşturma bakımından büyük önem taşıyordu ve her zaman da öyledir. Sahâbe dediğimiz ilk nesil için hadislerin gerek sahihliği gerekse nasıl anlaşılıp uygulanacağı hususunda sorun yoktu. Onlar vahyi Allah’ın Elçisi’nden duyuyor; Kur’an’ı nasıl anlamaları, uygulamaları ve (namazların vakitleri ve rekât sayıları gibi) boşlukları nasıl doldurmaları gerektiğini Resûlullah’a soruyor, onu izliyorlar; o da sözleri ve uygulamalarıyla onların bu ihtiyaçlarını karşılıyordu. Sahâbe bizzat Peygamber’le görüşüyor, onun ne dediğini duyuyor, neyi nasıl yaptığını izliyor; sözlerinin ve davranışlarının bağlamını, her bir hadisin zaman ve mekânını, o hadisle ilgili olan kişileri; kısaca hadisleri doğru anlamanın bütün unsurlarını biliyorlardı.