İnsan, biyolojik olarak herhangi bir canlının tekâmül etmesi suretiyle meydana gelmiş ya da gelmemiş, önemli değil. Bu hususta bilim ne diyorsa (veya diyebiliyorsa) odur. Önemli olan, insanın özellikle tabiatın ötesindeki hüviyetiyle, “insan” olma hakikatiyle “yaratılmış” olması; alelade fiziksel bir bedene -Kur’an’ın o muhteşem tabiriyle- Allah’ın “kendi ruhundan üflemesi (nefha)” sonucunda insan olma hüviyetinin verilmesidir. Bir canlı, “nefha” değilse insan da değildir. Doğal bir evrim varlığı olmakla “insan olmak” arasındaki eşik bu “nefha” ile aşılmıştır. *** Kur’an’ın daha çok kalp kelimesiyle ifade ettiği, kesinlikle doğal varlığımızın dünyasına ait olmayan, doğal varlığımız gibi rasyonel yoldan kanıtlayamasak da ondan daha kesin bir şekilde “keşfettiğimiz” bir öz gerçekliğimizin varlığını apaçık biliriz. Bu keşif -Batıda Descartes’ın, bizde ondan altı asır önce İbn Sînâ’nın dedikleri gibi- fiziki varlığımızdan hiç haberimiz olmasa bile, bize “verili” (aprioric) bir bilgidir ve bütün bilgilerimizden daha güçlü olarak doğruluğuna inandığımız, çünkü sürekli yaşadığımız bir bilgidir. Aslında biz, kendimizi, Allah’ı, özgürlüğümüzü, güzelin güzelliğini, iyinin iyiliğini yalnız ve yalnız bu bilgiyle biliyoruz. Deneysel varlığımızın bu bilgiyle temelde bir ilgisi yoktur. Fiziksel ve biyolojik tabiatta kesinlikle dinî, estetik, ahlâkî inanma ve değer kavramı bulunmaz.