İlk asırdan itibaren Sünnî-Şiî ayrışması aslında siyasidir. Zaten başta ayrışmanın adı da Hâşimî-Emevî çekişmesiydi. Fakat o çağlarda dünyanın her yerinde bu tür büyük ihtilaflar dinden güç devşirirdi. Alexandre Adler’in tabiriyle “Arap Sünniliği” (daha uygun ifadesiyle “Arap Selefîliği”), ta Emevîler’in Mevâlîler’i dışlayan Arapçı politikasından beri İranlılara ve Türkler’e sürekli ötekiler olarak bakmış, İslâm’ın asıl sahibi olarak kendisini görmüştür. Hâlbuki Ceyhun nehrinin ikiye böldüğü bir elmanın iki yarısı gibi olan “İran ve Turan” daha İslâm’ın ilk yüzyılında İslâm coğrafyasına katılmışlar, İslâm’a altın çağını onlar yaşatmışlardır. İslâm’ın ilk kültür tarihçilerinden Câhız “Araplar yöneticilik bilgilerini İranlılardan aldılar” der. İran coğrafyası İslâm medeniyetine İbn Sina, Bîrûnî, Gazâlî gibi sayısız âlim ve düşünür verdi. Öte yandan Turan coğrafyası da İslâm medeniyetine en büyük hadis âlimi Buhârî, İslâm kelâmının akılcı mezhep önderi Mâtürîdî, İslâm felsefesinin abide şahsiyeti Fârâbî gibi sayısız âlim ve düşünür kazandırdı. *** Gelmek istediğim yer, bugünkü Türkiye-İran ilişkileridir. Konunun siyasi yönünü uzmanları konuşur; ben ise, biri on üç yıl önce, diğeri yenilerde basılmış iki eser üzerinden fikrî ve dinî ilişkiler boyutuna değineceğim.