1979’da Ayetullah Humeynî’nin M. Rıza Pehlevî liderliğindeki monarşiyi yıktığı sıralarda herkes mutlu ve umutluydu. Özellikle mutedil samimi Müslüman kitleler, “İslamî demokrasi”nin çağdaş bir örneğinin fiilen dünyaya gösterileceği, bu devrimin bütün Müslüman toplumlara yenilik, başarı ve mutluluk getireceği beklentisine girmişlerdi. İran gibi kadîm medeniyete ve devlet kültürüne sahip bir ülkenin halkına böyle bir öncülük de yakışırdı doğrusu. Bu olayın, diğer Müslüman ülkelere ve halklara da ilham vereceğine, onlar için de mutlu ve müreffeh bir gelecek vaad ettiğine inanılmıştı. Bizden de bir hayli “Humeynici” çıkmıştı. Hatta lafızcı-şekilci ulemanın ölçülerine göre “iyi” bir Müslüman olmayan Daryus Şâyegân’da bile böyle bir beklenti vardı. İzninizle bu yazımda da ondan bir alıntı yapacağım. 2012’de çıkan La consience métisse (Melez Bilinç) adlı kitabında şöyle diyordu:
“1978 sonbaharında, Şah rejiminin çöküşü arifesinde Tahran’da [çağdaş Fransız filozofu] Michel Foucault ile görüşmelerimizi hatırlıyorum. [Foucault’nun,] coşkusuna rağmen, basireti hatta şüpheciliği elden bırakmadığını fark ettim… Tek tek herkesin dediklerini büyük bir...