Hepimiz, nefsânî taleplerimizin aklımızı ve vicdanımızı bastırabildiğini, düşünme ve anlama performansımızı zayıflattığını kendi hayatımızda sürekli tecrübe ederiz. Ama yine de nefsimizin taleplerini, ruhumuzu zenginleştiren hakikat ve fazilete tercih ederiz. Eski ahlâk kitaplarında bu sorunu aşmanın ilk basamağının, insanın kendini bilmesi, özünü tanıması olduğu belirtilir. Bilge kişilerden biri şöyle demiş: “İnsanlar, ‘Görmek için güzünü açman gerekir’ derler; ben ise ‘Görmek için gözünü kapaman gerekir’ derim. ” İnsanoğlunu sığlaştıran ve bayağılaştıran şey, sürekli dışarıya bakıp dışarıdakileri; malı, makamı, şöhreti… görmesi; onların peşinde koşmak yüzünden kendini, özünü ihmal etmesidir. Eğer özümüze döner de -gerektiğinde dışarıya ve dışarıdakilere aldırış etmeden- kalbimizi dinlersek o bizi yanıltmayacaktır. Nitekim Resûl-i Ekrem efendimiz, “Müftüler ne fetva verirse versinler sen kalbine sor” buyururlar. Ama birçoğumuz, kalbimizin yerine –Kur’ân-ı Kerîm’in tabiriyle- ‘nefs-i emmâre’mize, yani eski psikolojide “hayvanî nefs” denilen negatif egomuza bakar, onu dinleriz. Çünkü -her ne kadar içimize soruyor gibi gözüksek de- gerçekte ilgilerimiz ve bakışlarımız özümüze değil, dışarıya yöneliktir. Eskiler, kalplerinin ışığına uyanların manevi yolda daha başarılı olduklarını gösteren güzel hikâyeler anlatırlar ki, elhak doğrudur.