Geçmiş çağların hayat akışı sade ve durağandı; yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkiler şimdiki kadar yoğun değildi. O nedenle asırlar boyunca yönetimlerin keyfiliğine de katlanılabilmişti. Fakat 16-17. yüzyıllarda başlayan ve giderek hızlanan değişim ve dönüşümler, sadece insanların maddi alışkanlıklarını etkilemedi; zihin dünyalarını, insan ilişkilerini, bu ilişkilerin biçimini ve yoğunluğunu, bunlarla ilgili değer algılarını da değişim sürecine soktu.
Bu gerçek Batı’da ortaya çıktı; ağırlıklı olarak düşünür ve entelektüellerin büyük gayretleriyle Batı toplumlarını da dönüştürdü. Her ne kadar yaklaşık 18. yüzyılın sonlarından itibaren Batı’yı izlemeye çalışan bazı Müslüman devlet adamları ve aydınlarda da bir değişim arzusu ve iradesi belirse de, önemli ölçüde ulema çoğunluğunun direnişi ve onların Müslüman toplumlar üzerindeki büyük etkisi yüzünden- bu değişim ve yenileşme iradesi Müslüman toplumlarda bir karşılık bulmadı. Oysa hiçbir değişim ve yenileşme fikri, toplumsal bir iradeye dönüşmedikçe fiilen gerçeklik ve süreklilik kazanamazdı; bunu, Müslüman dünyada iki yüz küsur yıldır yaşananlardan açıkça gördük.
Despotik ve kapalı rejimler, çok güçlü...