İslâm, tarihsel süreçte kendi çoğulculuğunu oluşturma ve yaşatma tecrübesi geçirmiş bir dindir; hatta ünlü medeniyet tarihçisi Bernard Lewis’e göre bu tecrübeyi yaşamış tek dindir. Kuşkusuz bazı Müslüman toplumlar mutedil, hoşgörülü, çoğulcu, esnek ve katılımcı bir din anlayışı oluştururken bazıları geçmişten devraldıkları yerel mirasın da etkisiyle daha statik, tek tipleştirici ve sınırlayıcı bir İslam algısı geliştirmişlerdir. Dinî ve etnik yapı itibariyle tamamen monolitik olan Arap yarımadasının durumu böyledir. Bu coğrafyadaki ülkeler, petrol gelirlerini de kullanarak kendi zahirî-selefî din anlayışlarını –başta Pakistan, Afganistan, Orta Asya ve Balkan ülkeleri olmak üzere- dünyaya ihraç etmeye çalıştılar. Büyük ölçüde bunun tesiriyle, Müslüman olmayan toplumlarda, genelde modern dünya ile kavgalı tek tip bir İslâm dünyası tasavvuru oluştu. Hâlbuki İslam dünyası hiçbir zaman homojen bir yapıda olmamıştır. Tek tip düşünce biçimi, tek tip din anlayışı ve yönetim biçimi yerine zengin bir çeşitlilik olmuştur. Bu çeşitlilik aslında özgürlükler alanının genişliğine de işaret ediyordu. Söz gelimi 19. Yüzyılın önemli İslâm toplumlarında hem siyasi hem dinî özgürlükler günümüzdeki birçok İslâm ülkesinden daha ilerideydi.