Zamanın ve olguların dönüşüm ve değişimine ayak uyduramamış toplumlarda yenileşme ve gelişmenin şartlarıyla donanamayanlar, yeniliklere ve gelişmeye odaklanamayanlar en iyi bildikleri konuya odaklanıyorlar: İlkel menfaat hesapları, ideoloji ve din üzerinden ihtilaf, kavga, hakaret, kaba kuvvet… Bir özeleştiri niyetiyle dinî camiamızdan örnek vereyim: “İslâm birlik, barış, kardeşlik dinidir” gibi ifadeleri en çok kullananlar en çok ayrılık, husumet ve kavga üretenlerdir. Bunu nasıl izah etmeliyiz? Hasbelkader yarım asırdan fazla bir zamandır dinimizi öğrenmeye, anlamaya çalışıyorum; bu çelişkinin İslâm’daki yerini bugüne kadar görebilmiş değilim. Çünkü sorun –haşa- İslâm’da değil, bizim ‘müslümanlığımız’da, yani İslâm’ı anlama ve yaşama tarzımızda. Aslına bakarsanız sorun sadece dindar kesimlerle ilgili de değil. Özellikle son iki yüzyıldır, entelektüel ve maddi imkânlarını geliştirip birleştirerek sorunlarını aşma akıllılığını ve becerisini gösteremeyen Müslüman toplumlar, hep birlikte ürettikleri kötü durumun suçunu birbirinin üstüne yıkıp, birbirini yıpratmakta ve böylece kendilerini temize çıkarmakta teselli arıyorlar. (Sorunların suçunu ‘dış güçler’e yüklemek daha da utanç vericidir; çünkü bu, dolaylı olarak bizim birer ‘kullanışlı nesne’ oluşumuzun itirafıdır. ) *** Gelişme ve yenileşme ancak yeni yeteneklerin, yeni bilgi, fikir ve yorumların değer gördüğü ve özgürce ifade edildiği toplamlarda olabilir. Onun için –kendime yönelik olarak da- hakarete sapmadıkça eleştirileri gayet normal, hatta faydalı buluyorum. “Hoca söylediyse, yazdıysa doğrudur” anlayışını kesinlikle yanlış sayarım. İslâm toplumlarını perişan eden ana sorun, “Hocamız, efendimiz, şeyhimiz, liderimiz, mezhebimiz, ulemamız, büyüklerimiz… ne söylediyse doğrusu odur” anlayışının zihinlerimiz üzerine karabasan gibi çökmesi, aklımızı fikrimizi tıkamasıdır.