Kur’ân-ı Kerim, bütün insanların üzerine her gün eşit doğan ve kıyamete kadar da doğmaya devam edecek olan bir güneştir. Buna engel olmak mümkün değildir. Mekkeli müşrikler, “İnkâr edenler dediler ki: “Bu Kur’an’ı dinlemeyin. Baskın çıkmak için o okunurken yaygara koparın.” (Fussilet Sûresi/26) diyerek engellemeye çalıştılar ama bir şey yapamadılar. Günümüzde Mekkeli müşriklerinin yolunu takip ve taklid eden mürted ve mürteciler var. Bugün Kur’an’a karşı müsteşrik ve müstağrip bir mürtedler ve mürteciler koalisyonuyla karşı karşıyayız.
Şeytanın rahatsız olmadığı bir Müslümanlık icad etmenin derdine düşmüşler. En büyük engel olarak da Kur’ân’ı görmüşler. Bunun için Kur’ân’ın inkârını kolaylaştırmaya çalışıyorlar. Kur’ân’a layık olmayan sıfatları Kur’ân için ileri sürüyorlar. Müsteşriklerin talimatlarıyla harekete geçerek içerden Kemalistlerden, dışarıdan Emperyalistlerden destur almışlar. Yapmak istedikleri şey, muttakiler için hidayet rehberi olan Kur’ân’ı şek ve şüphelerle tarihe gömmektir. Genelde bu işin öncüleri de Türkiye’de İlahiyat Fakültelerinden çıkmaktadır. Batılı müsteşriklerin ve oryantalistlerin Anadolu topraklarındaki en büyük başarıları ve ürünleri, Allah’ın dinini tenkid edenleri yetiştiren ilahiyat fakülteleridir.
Kur’ân, zaman ve mekân üstü duruşuyla bütün insanlığa konuşur. Her zamanın, her zeminin ve her neslin Kur’ân’da bir nasibi vardır. Kur’ân insanların hayatında devlet olsun, kıyamete kadar insanlar arasında hükümleri uygulansın ve yürürlükte kalsın diye gönderilmiştir. Günümüzde Kur’ân’a uyarlanmak istenen tarihsellik, Yunan felsefesinden kaynaklanmış olan mülevves bir metod olup Kur’ân’ı belli bir zamanla ve mekânla mukayyed kılma kurnazlığıdır. Yani Kur’ân’sız bir hayat yaşamak isteyenlerin kavgasıdır.
Tarihsellik kavramının arkasına gizlenerek “Kur’ân’da irab hataları vardır. Müsteşrik Rudi Paret’in dediği gibi, Kur’an Allah Rasûlü tarafından Ahd-i Atik’ten bir uyarlamadır. Muhammed, Kitâb-ı Mukaddes’teki malzemeyi iktibas ederken, Eski-Ahit yazarlarının (Chronisten) edebi hikâyeciliğiyle rekabet etmek gibi bir amaç taşımıyordu. Kur’an lafzı Allah’a ait olduğu takdirde Allah’ın doğrudan savaş, cihad ve kıtalı emretmiş olması gerekecektir. Oysa Allah, ahlaki olarak bundan münezzehtir. Kur’an’ın hem lafız hem mana itibariyle inzal edildiğini kabul etmek, cihad ve kıtal meselesinde kullanılan politik dilin bizzat Allah’a ait olduğunu söylemeyi gerektirir. Vahyin salt mana ve mefhum olarak inzal edildiğini kabul etmek ise söz konusu dilin Hz. Peygamber tarafından formüle edildiğini, dolayısıyla Allah katından genel muhteva ve perspektif olarak aldığı vahyin ışığında konjonktürel gelişmelerle ilgili yol haritasını kendisinin belirlediğini söylemek gerekir ki bize göre bu ikinci ihtimal daha makul görünmektedir. Aksi takdirde ‘Allah’ın ahlâkîliği’ meselesi gündeme gelir” iddiasında bulunmak, mürtedliği ve mürteciliği garantilemektir. Kur’ân lafzı, manası ve maksadıyla Allah kelamıdır. Kur’ân, Peygamberin sözü değildir. Kur’ân ayetlerine Peygamber sözü demek küfür olduğu gibi, Peygamberin irad buyurduğu hadise bile Kur’ân denemez, denirse küfür olur. (Hak Dini Kur’ân Dili/M. Hamdi Yazır, C:1, Sh: 15, İst/ 1971)
Allahû Teâla’nın “Eğer kendi sözlerini bizim sözlerimiz diye söyleseydi onu yakalar şah damarını keserdik.” (Hakka Sûresi/44-46)” buyurduğu halde cihad âyetlerini Peygamber söylemiştir demek, mürtedlikten ve mürtecilikten başka bir anlam ifade etmez. Kur’an’ın lafzı ve manası üzerinde Hz. Peygamber’in herhangi bir tasarrufu kesinlikle söz konusu olamamıştır. Bu husus birçok ayette belirtilmiştir: