Bütün gözler Türkiye ile ABD arasında nerede biteceği belli olmayan gerilime döndüğü için, beraberinde yaşanan ve bizi etkileyen diğer olayları olumlu/olumsuz kıymetlendirmek kolay olmuyor. Daha doğrusu gerilimin şiddeti her alanda dikkat dağınıklığına yol açmış bulunuyor.
Sondan başlayalım… Trump’ın danışmanı John Bolton, “Türkiye pastör Brunson’u koşulsuz serbest bırakırsa kriz hemen biter” dedi. Bu cümle, Ankara’dan yükselen “Bir papaz için stratejik ortaklığımızı tehlikeye atıyorsunuz” eleştirilerini tümüyle haklı çıkarmaya yetiyor. Bir başka ifadeyle ABD’nin Türkiye’yi bu vakayla değiştirebileceğini de gösteriyor. Gayet tabii ki Brunson ABD için çok önemli olabilir ve vatandaşlarını alabilmek için ağrılık koyabilirler ama bu bir müttefiki defterden silmek boyutuna varınca mantığını kaybediyor.
***
Öte yandan, bir aylık süreçte Türkiye’nin yaşadığı zarar dikkate alınırsa bir gün kriz bitse bile geride kalacak hatıranın bu kadar acı olmaması için daha sorumlu davranılmalıydı.
Eğer danışmanın tespiti doğruysa tabi… Yani, mesele sadece Brunson’un iadesinden ibaretse. Öyle değil de bu son vaka, Washington’da Türkiye’ye yönelik epeyidir devam eden antipatinin kilometre taşlarından biriyse tablo daha tatsız olacak demektir. Tatsızlık sadece kur artışı, faiz yükselişinden değil.Onlar elbette önemli ama daha önemli bir süreç var. Bu gerilim kronikleşirse Türkiye, 24 Haziran’la açtığı beyaz sayfayı değerlendirmekte zaman ve kaynak kaybedecek demektir. Unutmayalım ki şimdi rahip krizinden başka mevzu konuşulmuyor olsa da hemen öncesinde bu ülkede sistemi değiştiren ve ilk başkanı belirmeyen bir seçim yapılmıştı. Hedefler, gelecek planları ve daha iyi bir ülke perspektifi vardı. Kriz nedeniyle, o konuşmayı birden kesmiş olmamız bu gerçeği ve sorumluluğu değiştirmiyor.
Tıpkı, ABD ile yaşanan kriz nedeniyle bir sabah kalıp Rusya-Çin (ilaveten İran, Hindistan vs) ittifakının üyesi olmayacağımız gibi. Neden? Çünkü böyle bir siyasi, ekonomik, sosyal ittifak yoktur. Ne Rusya Çin ile bu çapta bir ittifak halindedir ne de diğerleri iki büyük ülkeyle ortak olmak gibi bir düşünce taşımaktadır. Herkesin derdi üç beş kuruş daha fazla kazanabilmek… Demokrasi ile yaşayanlar bunu Avrupa Birliği ile yapıyor, demokrasiden uzak duranlar ise Rusya, Çin veya kimi bulurlarsa…
***
Nitekim, Türkiye’de de krizin ilk zamanlarında heyecanla bir doğu rüzgârı esti ama Almanya ve diğerleri devreye girince de birden diniverdi. Makul olan galip geldi… Makul olan AB markasının gücü değil; aynı zamanda, Rusya ve Çin’in ve de o hatta fırsat kollayan ülkelerin Türkiye’ye Avrupa’dan kazandığını hiçbir şartta veremeyecek olmasıdır. Çünkü böyle bir kaynağa, ekonomiye, pazara ve paraya sahip değildirler. Tabii en başta hukuk, demokrasi ve bütün insani hakları ve sivil toplum kuralları eksiktir. Kaynak veremeyecek olmaları bir yana Rusya ve Çin tek taraflı ticari üstünlükleri (enerji ve ucuz üretim) sayesinde alabildiklerini alma peşindedirler.
Evet, herkesin derdi parasını denkleştirmek, vatandaşının karnını doyurmak… Bizim ilaveten her yıl giderek büyüyen finansal açığımızı fonlamak için de para piyasalarına akredite olmak ve o piyasalara mümkün olan en az problemle ulaşmak gibi bir derdimiz daha var.
Demokrasi olmayan pazarda para yok denecek kadar azdır, demokrasi ile çalışan pazarda para daha çok ama kurallardan sapmak maliyetlidir.