Ekonomide ve dış politikada işlerin yolunda gitmesi için yapılması gereken çok şey var ve bunların bir kısmı da radikal sayılacak adımlardan oluşuyor. Mesela, ekonomide uzun süredir devam eden ve sürekli aksi söylense de üretimi bir türlü taşıyıcı unsur haline getiremeyen anlayışın değişmesi gibi. Ya da hem kamu hem de özel yatırımların inşaat odaklılığının başka sektörlere paylaştırılması gibi. Yahut devlet harcamalarında ciddi ve hissedilir tasarrufa gidilmesi gibi. Bütün bunlar olurken de cari açık ve dış borç problemi yaşayan; yani dış finansmana acil derece ihtiyaç duyan bir ekonomi olduğumuz için, piyasalarla ve dünyayla ortak dili konuşmak ihtiyacı vardır. Üzerinde iktidar dahil herkesin mutabık olduğu önerileri hayata geçirmek için ekonomi politikalarını yeniden şekillendirmek, paradigmayı değiştirmek gerekiyor.
Dış politikada da öyle… Türkiye’nin birçok sahada haksızlığa uğradığı gerçeğini gözardı etmeden bu günlerde ABD krizi nedeniyle sıkça söylendiği gibi diplomaside tehdit ve dayatmaların işe yaramadığı bir sır değil. Hatta aksi netice verdiği tecrübeyle sabittir. Eğer ABD ve Batı ile ilişkilerin sürmesini istiyorsak ortak dil yakalamak zorundayız. Bu da sanılanın aksine taviz vermek değil, bilakis masada güçlenmenin en garantili yoludur.Muhataplarımızın duyma frekansının dışında konuşmak yerine, kulaklarının alışkın olduğu frekansta söz söylemenin zamanıdır. Türkiye’yi değerli ve önemli kılan şeyin de bu olduğu da yine tecrübeyle sabittir. Yine sanılanı aksine, muhataplarımızı gerçek anlamda köşeye sıkıştıran ve çıkarlarımızı koruyan da bu yaklaşım biçimidir. Koz vermek yerine kozlarına göz dikmek gibi bir şey…
***
Öneriler sıkıcı gelebilir… Ya da alıştığımız heyecan ve coşkuyu yansıtmayabilir ama geldiğimiz nokta ancak “basit düşün/kolay çöz” prensibinin işe yarayacağı yerdir.
Bununla birlikte, ekonomi ve dış politikanın hal yoluna girmesi için içeride demokrasi ve hukuk alanını genişletmek gerektiği önerisi de kulaklara sıkıcı ve yavan geliyor. Üstelik dünyada bu tezi geçersiz kılacak birçok örnek de vardır. Herkes demokrasi ve hukukla zengin olmuyor ya da bu sayede güvenliğini sağlamıyor. Ama, konumu, kaynakları ve insanlarının hedefleri nedeniyle Türkiye o örneklerden biri olamaz. Cumhuriyet tarihi Türkiye’nin neden demokrasisiz veya eksik demokrasiyle yürüyemeyeceğini açıkça gösterir. AK Parti iktidarının ilk dönemlerinin başarısının da ekonomi, diplomasi ve demokrasi arasındaki doğru orantıyla ilişkisi ortadadır.
Şimdi ülkenin önünde 5 yıllık beyaz bir sayfa bulunuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğanda siyasal kudretinin ve halk desteğinin tarihi zirvesinde, büyük bir güce sahiptir. Başkanlık sistem gibi bir devrimi gerçekleştiren lider olarak elinde geniş bir siyasal imtiyaz imkanı vardır. Paradigma değişikliği ya da yenilenmesi adı her ne olursa olsun bunu yapabilme gücü elindedir. Rakipsiz olduğu gibi, üstüne üstlük özellikle demokratik atmosferi zenginleştirmeyi tercih ettiğinde sahip olduğu desteği “içeriden ve dışardan” katlayarak artırma potansiyeli de ortadadır.
Ülkenin, dün yeniden atak yapan döviz gibi aktüel meseleleri başta olmak üzere bütün problemlerinin çözümü için benzersiz bir zemin oluşmuştur. Erdoğan’ın ifadesiyle bu zeminde, “başarısızlık lüksü ve mazereti de yoktur.”