Müslümanlar olarak her yıl kutlamakta olduğumuz iki bayramımız
vardır. Ramazan ve Kurban bayramları. Her iki bayram da hicretin
ikinci yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır. Zira oruç da
hicretin ikinci yılında farz kılınmıştır. Medine’de Allah resulü
yeni bir toplumu / İslam toplumunu inşa ederken cahiliye
kalıntılarını tümüyle Müslümanların hayatlarından silmeyi ve yerine
hayatın tüm alanlarında yeni bir toplum yapısı inşa etmeyi
arzuladığı için İslam öncesi Medine halkının kutlamakta oldukları
İran menşeli Nevruz ve Mihrican bayramlarının kutlanmasını
yasaklamış ve şöyle buyurmuştur:
“Allah sizin için o iki günü daha hayırlı iki günle, kurban ve
ramazan bayramlarıyla değiştirmiştir” (EbûDâvûd; Nesâî )
Ramazan bayramının Arapça adı “idul fırt” yani iftar etme, yeme
bayramıdır. Zira bizler bir aylık bir orucun, yememenin ve bu ayı
–elden geldiğince- ibadetle geçirmenin ardından Yüce Allah’ın
rahmetine nail olma ve cehennem azabından azat olma ümidiyle iftar
eder, Cehennem azabından kurtuluş ümidinin sevincini yaşarız.
Çok şükür ömrü hayatımızda bizler bir kez daha bu sevinci
yaşamaktayız. Tabii şu an İslam dünyası en ağır buhranını
yaşamaktadır. Bizler bolluk ve bereket içerisinde mükellef
sofralara otururken İslam dünyasının birçok bölgesinde insanlar en
basit ihtiyaçlarını karşılamaktan dahi uzaktır. Ancak hava ne kadar
ağır olsa da, şartlar ne kadar namüsait olsa da bu bayram bizim
bayramımızdır ve bayram gibi idrak etmek, sevinmek ve birbirimizi
kutlayıp tebrik etmek zorundayız. Her daim hüzün, her daim gözyaşı
içerisinde olmak da bir yerde ruhi çöküntü oluşturur ve bünyemize
zarar verir. Bunun için bayramı bayram gibi, düğünü düğün gibi ve
taziyeyi de taziye gibi icra etmek icap ediyor. Tabii bu bayramı
kutlamayı gerçekten hak edenler ise Ramazan-ı Şerif’i ganimet
bilip, bu fırsatı iyi değerlendirenlerdir.