Cuma, mübarek üç aylar içinde mübarek bir cuma günü. Bitti namaz, bitti “çevreyi nasıl korumalıyız” konulu hutbe. Artık dua ediyoruz. Yaradan’a yalvaran eller semaya açılmış. Yanımda ferah yüz kilo çekecek bir yiğit var. Göbeğin iriliği gömlek uçlarını zorlayarak pantolondan fırlatmış. Çınar dalı gibi kollar, kürek sapı gibi parmaklar, nasır tutmuş eller. Bir tır şoförü mü, bir kazma-kürek işçisi mi, yoksa demir-dökümde çalışan biri... Canını dişine takmış, şu koca gövdeyi evine, çocuklarına adamış, yine de ucunu ucuna getiremiyor.
İlâhî dar rızkını bola çevir bu yiğidin.
Öte yanımda üniversite giriş imtihanlarında iyi puan almış, lâkin İmam-Hatipli olduğu için fakülteye giremeyip (neyse ki artık girebiliyorlar) boşta kalmış, kalbi kırık, boynu bükük, solgun yüzlü bir delikanlı. İlâhî ona da parlak bir istikbal ihsan eyle. Önümde ensesi kırışmış, saçları dökülmüş, ak sakalı titreyen, artık dünyayı değil âhireti isteyen bir dede. Yarabbi sevabını günahından ağır eyle.
Nasıl oluyor da ben bu duanın orta yerinde ortaokulu okuduğum Kuruçay’a gidiyorum.
Dayıoğlu Kâmil’in kâtip olarak çalıştığı sağlık ocağına. Bir ebe, bir şoför, bir hademe, bir kâtip....