Bir şehri sevmek için illa orada doğmuş, büyümüş olmak gerekmez. Sonradan gelip yerleşmiş olanlar da o şehri sevebilir.
Şehri sevmek onu güzelleştirmek demektir. Rant uğruna her şeyi satan, her evraka imza atanları adam hizasına koymamak lazımdır.
Çünkü şehir alelâde değildir.
Yani bir takım bulvarlar, cadde kenarında apartmanlar, apartman altlarında dükkanlar, alış veriş merkezleri, arabalarla tıkış tıkış olmuş sokaklar, gazdan zehirlenip felç olmuş ağaçlar, bir takım uyduruk parklar, sun’i çağlayanlar yamık yumuk çay bahçeleri, masalarda plastik şekerlikler, oturulacak sandalyeler plastik, çay tabakları plastik, her yan naylon kokuyor, her yan sonradan olma, görgüsüzlük kokuyor, vesaire vesaire. Şehir bu değildir. Mesela ahşapla kaplanmış bir eski pastaneye giriyorsunuz ve tarçın kokuları arasında su muhallebisi yiyorsunuz. Budur.
Mesela birden karşımıza bir akçakavak çıkmalı. Tam da Turkcell bayinin önünde. Öyle ki telefonlardan çok ağaca bakmaya doyamayın. Hafif esen yelde bir yanı beyaza yakın, öte yanı kurşunî yeşil ufarak yapraklar dans etsin, beyaza yakın gövde sizi cezbetsin. “Allah Allah” diye şaşırın. “Bu ağacı buraya kim dikmiş”. Şaşırmakla kalmayın gidip ağacın beyaz, pürüzsüz gövdesini okşayın, garip unutulmaz bir koku duyun. O gece yattığınızda bu koku aniden gelip sizi sarıp sarmalasın.
Kırda yaşanır bu, ama şehirde yaşanırsa bir ayrıcalıktır.