Kavurucu sıcak altında yaprak kımıldamaz bir gün. Havadaki nem oranı iyicene artmış, nefes alamaz olmuşuz. Pelteleşmiş vücudumu bir ağaç altına, bir serin yere atmaktan başka düşüncem yok.
Otobüsler fırın gibi, üstelik tatil gününün kalabalığı, her taraf yapış yapış, ter topuğumdan çıkıyor. Haydii bir de yol inşaatına raslıyoruz, trafik tek şeritten akıyor gûya, iki metre git dur, iki metre git dur.... Herkesin canı burnuna gelmiş, içimden duruma ferahlık katar diye Burhan Çaçan’ın “Neden geldim İstanbul’a” türküsünü söylüyorum.
Sonu sonu menzile ulaşıyoruz.
Bir çınar gölgesi, soğuk meşrubat, terimi kurulayıp sandalyede geri yaslanıyorum. Etrafta bezgin bir kalabalık, masalar dolu, garsonlar aynı bezginlik içinde bir o yana, bir bu yana gidip geliyorlar. Çocuklar mızıldanıyor, yaşlıların elinde birer yelpaze, kimse halinden memnun değil.
Niçin “şöööyle deniz kıyısında bir yazlık” alınamadı, niçin “herkesler gibi” yazlığa gidilemedi, niçin su kayağı yapılamadı, niçin mevsimlik “yaz aşkları” yaşanamadı... Kapakları yarı düşmüş, çaresizlikten kayıtsızlığa geçmiş gözlerin teker teker sorduğu şu sorulara cevap yetiştirmeli mi?
Yoksa az önce lafını ettiğim “yol inşaatı”nda çalışan insanlara, Anadolu’nun kim bilir hangi yöresinden “ekmek parası” için gelmiş şu karayağız delikanlılara, üstleri çıplak Temmuz güneşi altında kavrulan genç irisi çocuklara, kırışmış yüzünde kırçıl sakal kazma sallayan ihtiyarlara mı dönmeli. Dönersem ortaya yine tatsız bir manzara çıkacak. Bir “kıyas” yapılacak, “biz ve onlar” diye ayrımcılığa gidilecek, birileri bu satırları okuduğunda “Ooo, yine mi sınıf edebiyatı, fukaralık yaygarası” diye suratını buruşturacak. Kimisi de “özelleştiri-ver gitsin” şeklinde kesin çözüm üretecek.