Uzun bir dersten çıkmıştı.
Hava soğuk ve pusluydu. Puslu da değil düpedüz kirliydi, kurum yağıyordu sanki havadan. Trafik yine tıkanmıştı, arabaların camlarından kederli insan yüzleri sabit nazarlarla dışarı bakıyordu. Bir ahmak ıslatan biteviye yağıyordu.
Ellerini ağabeyinden kendisine intikal eden gocuğun cebine soktu, sırtını kamburlaştırdı. Beyazıt’a doğru yürümeye başladı.
Hoca uzun bir “okunacak kitaplar listesi” yazdırmıştı. Bu listedeki kitapların bir kısmını kendisi daha önceden keşfetmişti. Kıymetli yazarlarımızın kıymetli eserleri. Lakin biri hariç ötekileri alamamıştı.
Onu da sergiden edinmişti, üçte bir fiyatına.
Derin bir nefes aldı, içini geçirdi. Kitaplara ulaşmak gittikçe zorlaşıyordu. Güç bela sığındığı bir arkadaş evinde kalıyordu. Şehrin kıyıcığında, kendisi gibi Anadolu’dan gelmiş birkaç arkadaş, bir göz oda bulmuşlardı zorlukla. Islak odunlar, tüten bir soba, yıkanmamış çamaşırlar, yemek nöbeti, kuru-pilav.