İnsan “mor” denildiğinde bir çiçek mi düşünür yoksa bir kumaş mı? “Su” kelimesini duyduğunda bir pınar mı hatırlar, deniz veya göle mi takılır aklı, yoksa şişedeki suyu mu hayal eder?
“Berber” bir tabelâ mıdır? Tombul bir gövde veya ablak bir çehre mi? Adam meselâ Selahattin’i hatırlayabilir, onun kuş ve çiçek dolu dükkânını. Kış günleri soba üzerinde cızırdayan ıhlamur demliğini. Sonra omuzuna dökülen karları silkeleyerek Tapu Müdürü Fahrettin Bey girer içeri. Onun ardından Faytoncu Celal, istidacı Emin Efendi. Mes-lastik, yün hırka, palto-kasket kokusu. Tütün tabakası ve zenbilde birkaç portakal.
Bütün bunlar bizi o sokağa çıkarır. Saçak altlarında yürüyen telaşsız, mütebessim insanlar. At arabaları, kasabın önünde kediler, mahalle kahvesi, Foto-Cemil, bodur minareli mescit, dut ağaçlarına tünemiş kargalar, çeşme önünde gelinler, kızlar, köşeyi dönünce görülen iki katlı ahşap ev.
Bu mekânın, grilerle kaplı sema ve karlı ovanın, her tür eşya ve yapının, çizgilerin, eğimlerin, kaldırım ve duvarın, kapıların, pencerelerin, renklerin, seslerin ve kokuların, birbirine eklenmiş milyonla hatıra barındılan “an”ların doluştuğu hafıza.
Bu “ev”dir işte. İçinde...