Yağmur iyice incelmiş, iğne ucuna dönmüş dökülüyor.
İşportacı bu yağmura eski bir şemsiye açmış, tezgâhı düzmüş. Elmalar al beni diyor, portakallar ye beni. Kara parlak saçlı, kara yağız delikanlı müşterilerine gülümsüyor üstelik. Parçalarının arasında bir yarım teneke, tenekede alevi gitmiş, közü kalmış bir ateş. Yaşlı kadın ateşe, portakalın sarısına, elmanın alına doğru ısınarak yaklaşıyor. Bir kilo elma, iki kilo portakal istiyor. Delikanlı nasılsa araya karışmış iki çürük elmayı kesekağıdına değil de ıskarta kasasına fırlatıyor. Üstüne üstlük “Bu da bizden” diyerek bir portakal daha atıyor teraziye. Bir güvercin dolaşıyor oracıkta.
Simitçi gevelediği simitten bir parça koparıp güvercine doğru fırlatıyor. Güvercin “eyvallah hemşehrim” diyor ona.
Çırak oğlan nezleden kızarmış burnunu temiz bir mendile silerek sahlep güğümüne doğru gidiyor. Sahlepçinin beyaz önlüğü güğümün dumanları arasında parıldıyor. Şakırdatarak yıkıyor bardaklarını, doktorasını Divan Pastanesi’nde yapmış gibi bir çalımla dolduruyor bardakları. Okkalıca tarçın döşüyor üzerine; ameleler, işsizler, kalfalar, emekliler birer birer uzanıyor. Sahlepin sıcaklığına gömülüyor otobüs durağı.
Az önce elma ve portakal alan yaşlı kadın meğerse Akbil’ini unutmuş. Otobüsün beş koltuğundan, aynı anda beş kişi kalkıp “buyur teyze” diyerek hem Akbil uzatıyor, hem yer gösteriyor yaşlı kadına. Halk otobüsünün şoförü mütebessim, müşterilerinin nezaketine şapka çıkarıyor.
Sekreter kız bekleme odasında bekleyenleri tek tek dinliyor. Doktor bir cigara yakıp cep telefonunu kulağına dayayarak yüzünü pencereden yana dönmüyor. O kıytırık telefonla mıymıntı bir konuda saatlerce konuşmuyor. Tersine her hastayı uzun uzun muayene ediyor, güleryüzle muamele bir yana “Geçer kardeşim, önemli değil” diyerek gönderiyor. Zabıta bakkalın önünden geçerken kıravatını düzeltiyor, taksi şoförü yayaların üzerine sıçramasın diye su birikintisini dikkatlice solluyor.