Gerçekte tasavvuf nedir, diye sorulsa, pek çoğumuzun aklına mahviyet, riyazet, mücahede gibi kavramlar gelir. Mahviyet alçakgönüllü olmak, riyazet nefsin serkeşliğini kırmak, mücahede ise nefs ve şeytanla savaşmak demektir. Zühd temelli tasavvufî tecrübe mütemadiyen yolda olmayı mucip bir manevi yolculuk olarak her şeyden önce insanın kendini adam etme mücadelesidir. Bu yolculukta salik/talib kendi gözündeki merteğe odaklandığından başkasının gözündeki çöpü göremez hâle gelir. Nefs (şişik ego) birçok mutasavvıfın benzetmesine göre saldırgan köpek, pisboğaz domuz, iğrenç fare, basbayağı put, Firavun ve Nemrut’tur. Hâliyle, seyri sülûkta nefsle mücadeleden arta kalan bir boş zaman yoktur. Ama gelin görün ki günümüzde tasavvufla yatıp tasavvufla kalkan kimi kelam ve kalem erbabı mücahede, riyazet, çile gibi tüm fasılları ikmal edip kapatmış olmalı ki “falan kişinin gözünde mertek, filan kişinin gözünde çöp var” demeyi kendine vird edinmekte ve sürekli olarak tasavvuf namına üst perdeden diskur çekmektedir. *** İslam, şiddet, terör gibi meseleler gündeme geldiğinde, “Anadolu irfanı” denilen amorf bir kavramlaştırma üzerinden Mevlana, Yûnus gibi sûfîlere referans veren bu diskurcu tasavvuf, engin hoşgörü babında da, “Gel, ne olursan ol, yine gel”, “Yaratılanı hoşgörü yaratandan ötürü” gibi mottolarla mahviyet sosuna bandırılmış bir retorik üretmektedir. Ancak burada bahsi geçen irfan ve mahviyet özde değil, sözdedir; yani fiyakalı bir retorikten ibarettir. Tevazu ve hoşgörü retoriğinin pratiği ise çok kere tahammülsüzlük, mükrihlik, hatta muhbirliktir.