Mutasavvıf şair İbrahim Tennûrî (ö. 887/1482) meşhur manzumelerinden birine, “Cana cefa kıl ya vefa, kahrın da hoş lütfun da hoş; ya dert gönder ya deva; kahrın da hoş lütfun da hoş…” mısralarıyla başlar. Bu manzume günümüzde ilahi olarak okunur. Ne yalan söyleyeyim, ben ilahi okumayı sevmediğim gibi dinlemekten de hoşlanmam. Ama benim ilahi sevip sevmemem bir kenara, Tennûrî’nin bu manzumesinin salt ilahi olarak icra edilmesi, gerçekten talihsizliktir. Çünkü bu manzume, her şeyden önce, hayat sahnesinde yaşadığımız iyi-kötü tecellileri nasıl anlamamız, kaderin cilveleri karşısında nasıl davranmamız gerektiği hususunda çok derin bir öğretinin veciz ifadesidir. Dolayısıyla bir ilahiye kurban edilmeyecek kadar önemli ve değerlidir. Tennûrî, “Gelse celalinden cefa yahut cemalinden vefa, ikisi de cana safa; kahrın da hoş lütfun da hoş…” derken, bir taraftan Âmentü’deki “ve-bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî minellâhi teâlâ”ya gönderme yapmakta, bir taraftan da Allah’tan gelen lütfa gösterdiğimiz memnuniyet kadar yine O’ndan gelen kahrı da misafirperverlikle karşılamamız gerektiğini anlatmaktadır. Burada sergilenen tavır tam bir tevekkül, teslimiyet ve rıza tavrıdır. Bu tavır aynı zamanda Tennûrî’nin “Ey Pâdişah-ı Lem Yezel” diye hitap ettiği Cenâb-ı Hak ile hukukumuzun sadece “iyi gün dostluğu” üzerine kurulmaması gerektiğini de hatırlatır.