Bu gün siyaset yazmamaya karar verdim, zira iki gündür başka bir âlemde yaşıyorum. Pazar akşamından beri bizim evin havası çok bulutlu. Rasim sağlıklı gittiği bir söyleşiden ateşli dönünce başladı her şey. Yayına gitmeden iki saat uyuyup düzelirim dedi ama öyle olmadı. Sabaha karşı buz gibi ayaklar ve alev alev yanan bir alınla döndü programından. Gerisi kâbus... Sabah soluğu hastanede aldık. Bütün gün serum, iğne, uyku... Meğer beta virüsü kapmış.
Öyle böyle değil, insanı yatıran, çok yaramaz bir virüs bu beta!
Ateş bir türlü düşmüyor, boğaz hırıl hırıl, gözler kan çanağı...
Bir de Yasemin ve Ela faktörü var. Onlara oyun gibi geliyor,
babalarını görmek için her yolu deniyorlar. Hasta bakıcılığın yanı
sıra evin içinde kızları uzak tutma görevi de bende.
Ancak tüm olumsuzluklara rağmen hastalık insana en temel şeyleri
hatırlatıyor: Sorunsuz nefes almak, iştahla yemek yemek, güzel bir
uyku çekmek mümkünse geri kalan her şey boş! Kendinizi kendi
ürettiğiniz sorunlarla ne çok hırpaladığınızı anlıyorsunuz böyle
zamanlarda. Halbuki sağlıklıysan, güvendeysen, bir de sevdiklerinde
birlikteysen dünyada senden mutlusu olmamalı...
Ne izlemeli?
Oscar adayları açıklandığından beri sinemalarda film bolluğu
var. Vakit buldukça filmleri izlemeye gayret eden biri olarak bu
günü fırsat bilip son dönemde gördüklerimi anlatayım:
Muhakkak görün: Lion. Son zamanlarda izlediğim en iyi dram
diyebilirim Lion için. Gerçek bir hikâyeyi anlatıyor. Başrolünde
Slumdog Millionaire’den tanıdığımız Dev Patel var. 5-6 yaşlarında
bir çocuk -ama öyle tatlı bir çocuk ki izlerken içinize sokasınız
geliyor- Hindistan’da yanlışlıkla evinden yüzlerce kilometre
uzaklaşıyor. Gerisini izleyin. Nicole Kidman’ın yaşlandırılmış
haliyle Batılı, vicdanlı anne olarak görün. Sonunda karakterlerin
gerçeğiyle yüzleşin. Şimdiden 2 Bafta ödülü alan film bence
Oscar’ları da toplayacak...