Çarşamba günü FETÖ soruştur- maları ile ilgili ByLock kullanımı üzerinden MİT tarafından tespit edilen yaklaşık 165 bin kişinin programı kullanma sıklığı ve yoğunluğu açısından ‘kırmızı-turuncu ve mavi’ olarak üç gruba ayrıldığını yazmıştım. Kimin telefonunda bu programın olduğu bilgisi Başbakanlık’a gidiyor ve Başbakanlık ilgili kurumlara bilgiyi gönderiyor. Ellerindeki tüm bilgileri birleştirerek bir tasarrufa gitmek kuruma kalıyor. Sıkıntı da burada başlıyor.
Kurumlar genellikle kırmızı-mavi ayrımı yapmadan işlerini garantiye
almak için listedeki herkesi açığa alıyorlar. Bildiğim somut bir
örneği anlatayım: Bir hâkim, numarası mavi listede olduğu halde,
abonelik bilgisi de karşılaştırılmadan önce açığa, sonra da
gözaltına alındı. Ardından meslekten çıkarma verildi. Bu
gelişmelerin ardından hâkimin isminin mavi listede olduğu ortaya
çıktı, dahası, bahsi geçen telefonun da ona ait olmadığı anlaşıldı.
Bu hâkim mesleğe iade için başvurdu. Büyük ihtimalle örnek çok
somut olduğu için kısa süre içerisinde geri dönecek ancak bu
zincirdeki sıkıntıyı görmemiz gerek: Burada hem idari karar hem de
daha sonrasındaki gözaltı kararı için savcı kararı var. Yani hem
kurum kendine gelen bilgiyi tasnif etmemiş hem de savcı tasnif
edilmemiş bilgi üzerinden verilmiş kararı araştırma gereği duymadan
işi bir ileri safhaya taşımış.
FETÖ soruşturmalarında hata payını azaltmak için eldeki bilgileri çok detaylı inceleyip, isim listelerini toptan aynı havuza atmamak gerekiyor. Aksini yapanlar, yani ‘risk almayayım, listedeki herkesi atayım’ mantığında olanlar örgütün ekmeğine yağ sürüyor.
17 yıl sonra yeniden Barcelona
Üniversite öğrencisiydim. Okulda öğrendiğim İspanyolcamı geliştirmek için 1999’da Barcelona’ya gitmiş, bir kursa yazılarak temmuz-ağustos aylarını İspanya’da geçirmiştim. Büyülemişti beni Barcelona. Her daim kalabalık La Rambla’da yürümek, Katalan bir ailenin yanında kalmak, öğlen derslere girip öğleden sonraları şehrin içindeki plajlara gelmek, Gaudi ’nin, Miro ’nun eserleriyle tanışmak olağanüstü görünmüştü gözüme.
Çok renkli, çok güvenli, çok kucaklayıcı, herkesin kendini olduğu gibi iyi hissettiği, kimsenin kimseyi yargılamadığı bir yerdi Barcelona. Türkiye’de 28 Şubat’ın hakim olduğu, siyaset kurumunun çöktüğü, üzerine bir de 17 Ağustos depreminin yaşandığı günler varken ilaç gibi gelmişti. Yalnızca deprem haberini aldığım o kâbus günü unutamam. İspanyol devlet televizyonunda Ecevit’i görmüş, evinde kaldığım aileye gururla gösteriyordum ki aklıma Ecevit’in neden İspanyol televizyonunda göründüğü sorusu geldi. Spikere kulak verince anladım, annemlere ulaşmak için geçen saatlerin, Türkiye’den gelen ölüm haberlerinin bende yarattığı kalp çarpıntısını bu gün hâlâ unutamam…
Aradan tam 17 yıl geçmiş... Bu 17 yıl içinde yalnızca bir kez, iki günlük bir iş seyahati için düştü yolum Barcelona’ya. Ama o da belleğimde pek yer etmemiş. Şimdi, bunca aradan sonra yeniden buradayım. Gencecik, hayatı tanımaya çalışan bir öğrenciyken arşınladığım sokakları bu kez, Rasim’le birlikte, iki çocuk annesi, gazeteci bir kadın olarak dolaşıyorum.
Zaman tüneli
Öyle çok şey değişmiş ki Barcelona’da... Her şeyden önce şehir her bakımdan sınıf atlamış. 99’da epey ucuz bir yerdi, henüz euro’ya geçilmemişti, İspanyol pesetası geçiyordu. Öğrenci halimizle dışarıda kahve içmek, yemek yemek bize gayet yapılabilir gelirdi. Halbuki artık Barcelona ateş pahası olmuş. 99’da her oturduğunuz yerde bir bakraç sangria getirirlerdi, sudan ucuzdu, artık bardağı 6-7 euro’dan başlıyor. Mesela, kaldığım ev Gaudi’nin meşhur parkı Park Guell’in hemen önündeydi, canım sıkılınca o parka giderdim. Şimdi ise burası biletle girilen bir müzeye dönmüş. Gaudi’nin La Pedrera’sı (Casa Mila) ya da Casa Batllo’suna girmek için 20 euro’dan fazla para ödemeniz gerekiyor.