Türkiye ve Rusya arasında yaşanan krizin, kamuoyunda tuhaf bir şekilde bir ‘meyve-sebze’ parantezinde konuşulması; olup biteni doğru anlamamıza katkı sağlamıyor. Elbette burada önemli bir ekonomik faaliyet sözkonusu. Gerek üretici açısından, gerekse Türkiye’nin ihracat dengeleri için önem taşıyor. Ancak Moskova ile yaşanan kriz bundan çok daha fazlasını konuşmayı ve geleceğe daha dikkatle bakmayı gerektiriyor.
İki ülke arasında yakın bir tarihe kadar devam eden ilişkiler, gerek ekonomik boyutu ve enerji başlığı altında devam eden projeler, gerekse de bölgesel krizleri konuşabilme kabiliyeti açısından önemli sonuçlar üretiyordu. Moskova’nın özellikle Ukrayna hamlesinden sonra kendisinde NATO’ya daha çok ‘hayır’ diyebilme enerjisi bulması, Kırım’ı işgali, ardından da Suriye konusunda başlattığı saldırgan tutum, dengeleri iyiden iyiye bozmaya başladı.
Şurası çok açık. Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana neredeyse hiçbir sorunda Rusya, Suriye’de olduğu gibi aktif bir tutum izlemedi. Irak bunun en açık örneği. Soğuk Savaş döneminde de Suriye’deki varlığını diğerlerinden farklı bir yerde tutan Moskova, bu kez kelimenin tam anlamıyla gövdesini koyarak Esad rejiminin ayakta kalmasını sağladı. Şimdi ise uluslararası düzeyde yoğunlaşan baskıya rağmen rejim değişiminin kendi kontrolünde olması için aktif saldırısını sürdürüyor.
Burada paranteze ihtiyaç kalmaksızın üzerinde durulması gereken bir diğer başlık İran’ın krizdeki rolü. Tahran yönetiminin 1980’lerin başından itibaren Şam’da edindiği ağırlık ve buradan Lübnan’a yansıyan manevra kabiliyeti hala önemini koruyor. O nedenle Lübnan Hizbullah’ının Suriyeli muhaliflere karşı savaşması ne yazık ki kimseyi şaşırtmıyor. Ancak belki de gözden en fazla kaçırılan nokta, Rusya ve İran arasındaki stratejik işbirliğinin, Suriye’de adeta ortak bir askeri güce dönüştüğü. Aksi takdirde temsil kabiliyetini neredeyse tamamen yitirmiş bir rejimin ayakta kalması zaten mümkün değildi.