Yıllardır yakın coğrafyamızda olup biteni, bunların bize olan etkilerini, değişim dinamiklerini ve tüm bunların ortak bir gelecek parantezinde birleşip birleşmeyeceğini anlamaya çalışıyorum. Kuşkusuz her şeyi kontrol etmek ya da yönetmek, anlamsız ve haddi aşan bir iddiadır. Ama nereye gidiyoruz, ne oluyor ve ne olacak sorularını sormazsanız, başkalarının insafına kalırsınız.
Türkiye, neredeyse tüm kodları alt üst edilmiş, zihin dünyası parçalanmış bir coğrafyanın tam ortasında varlığını sürdüren bir ülke. Üstelik bu parçalanmanın bitmesi yönündeki beklentilerin de merkezi. Tam da bu nedenle etrafına sürekli parçalanmayı yenileyen unsurlar, sorunlar ve tuzaklar yerleştirilmiş. Ne zaman bunları aşmaya kalkışırsa başına yeni bir çorap örülüyor. Ne zaman kafasını kaldırıp kendisine yöneltilen tuzakları boşa çıkarmak istese, bir yenisi kuruluyor.
Bunları Türkiye’nin mazeretleri olsun diye sıralamıyorum. Aksine Türkiye mazeret gösterme hakkı olmayan bir güç olarak bu coğrafyada varlığını koruyor. Bugüne kadar sorumluluk almamak için öne sürdüğü her mazeret, başına yeni belalar açtı.
Mesele şudur. Yaklaşık bir asır önce imparatorluğu parçalamanın son büyük hamlesi olan tuzaklar, bugün gerek Türkiye’nin içinde, gerekse yakın çevresinde yeni bölünmeler icat etmek için tekrar kuruluyor. Siyasi sınırlarımız ve yakın coğrafyamızda yaşayan Kürtlerin bir bölümü, bu planın bir şekilde parçası olarak sahnede yer alıyorlar.