MHP’nin af önerisi, “İstanbul’da aday göstermeyeceğiz” açıklaması gibi konular şöyle dursun. Hiçbirini yazmak istemiyorum.
Çünkü içimi yakan başka bir olay var.
Kocaeli’de yaşanan intihar.
Oğluna, okulun istediği pantolonu alamayan İsmail Devrim’in canına kıyması.
Eşi Hafize Devrim’in aktardığına göre, çaresiz babanın son sözü şu oldu: “Çocuklarıma bakamıyorsam, çocuğuma bir pantolon alamıyorsam niye yaşıyorum ki”…
Hafize Devrim’e ve yavrularına başsağlığı diliyorum. Allah sabır ve metanet versin.
Her intihar, ithamdır. Geride kalanları sessizce sorumlu tutar giden.
Durum böyle iken, Kocaeli Valisi’nin İsmail Devrim’in oğlunun pantolonu nedeniyle okula alınmadığı iddialarının asılsız olduğunu söylemesi, okul müdürünün “Böyle bir şey yok. Biz kimseyi geri çevirmedik, hatta gelenlere biz kıyafet de aldık, talepte bulunanlara. Velinin bize böyle bir talebi yok” filan demesi, insanın ağzında pas tadı bırakıyor.
Okulun “İhtiyacı olanlara kıyafet tedarik etme” uygulaması var
mı yok mu onu da bilmiyoruz. Yoksa da dün itibarıyla olmuştur,
aksini ispat etmek ne mümkün. Ama şunu biliyoruz: Her okulun ayrı
kıyafet şartı var ve okullar köşesinde okulun armasını, logosunu
yani reklamını taşıyan pantolonları, tişörtleri dayatıyorlar. Bu
şekil şartını taşıyan pantolon (veya tişört), gayet kalitesiz de
olsa öğrenciye ederinin üzerinde bir fiyatla satılıyor. Söz konusu
durumun velilerin çocuk okutma sorumluluğuna ne kadar olumsuz bir
maliyet yüklediği ortada.
Geçelim.
Vali’nin açıklamasında İsmail Devrim’in intiharını açıklamak için
kullanılan “Psikolojik sorunu varmış” ifadesine
gelelim.
Vali’nin teşhisini kan dondurucu yapan detaya gelelim:
İsmail Devrim iş kazası sonucu yaralanmış bir işçi. Bu nedenle çalışamıyor.
Koldaki kesik ne zamandan beri “psikolojik bir sorun” acaba,
Sayın Vali cevap vermeli.
İsmail Devrim öldüğünde cebinden sadece 20 TL çıkmış. Aile
geçindirmek, çocuk okutmak durumunda olan bir babanın cebinde
sadece 20 TL olursa, o ailenin sorunsuz bir psikolojisi olur mu?
Herhalde Vali Bey'in buna da uygun bir cevabı
vardır.
Meselenin en acı tarafına gazeteci Cihat Arpacık değindi. Sosyal
paylaşım sitesinden yaptığı paylaşımda şöyle
diyor:
“İsmail Devrim iş kazası sonucu çalışamayacak hale gelmiş. Böyle
kazalar olmasın diye gösteri yapsa ‘örgütlerin maşası, sermaye
düşmanı, ülkeyi karıştırmaya çalışan zararlı cemiyetlerin muhibbi’
denilecekti. Sessizce öldü. İnsanlar böyle ölünce yumuşak
vicdanlarda yer buluyor”
Ne hazindir ki aynen öyle oluyor.
Daha birkaç gün önce 3. Havalimanındaki çalışma koşulları
nedeniyle gösteri yapan işçilerin talepleri gündemdeydi. Bir taraf,
işçi ölümlerinin sayısını 500 gibi rakamlarla çarpıtıp kamuoyunu
köpürtmeye çalışırken, diğer taraf “Edepsizler, hainler, biber gazı
sıkın” şeklinde akla hayale gelmeyen hakaretler sıralıyordu
işçilere.
Provokatörü anlıyoruz, onun amacı da işi de provokasyon. Ama
unutulmamalı ki, ancak ‘sıkıntı’ olan yerde ‘provokasyon’ olur.
Yani sorun olan yerde, rahatsızlık olan yerde, kötü muamele olan
yerde provokasyon olur. Kötü çalışma koşulları yüzünden hastalanan,
canını dişine takan insanları ‘vatan haini’ ilan edip, taleplerini
değersiz ve art niyetli göstermek, olan biten tüm hadiseyi
‘provokasyon’a indirgemek ise vicdansızlıktan başka bir şey
değildir. Hatırlatalım bari, gösteri ve toplantı düzenlemek de
anayasal haklar arasında. Bu hakları askıya almayı getirebilecek
OHAL uygulaması ise sona erdi. Nokta.
NE ARA BU KADAR İŞÇİ DÜŞMANI OLDUNUZ?
İsmail Devrim’in cebinde 20 TL ile hayatına son vermesine içimiz burkuluyor şimdi. Ama bulunduğu şehrin meydanına çıkıp eylem yapsaydı, azıcık destek de bulsaydı acaba aramızdan kaç binlerce kişi “kahrolası münafık”, “İşte bunlar hep dış güçlerin oyunu” diye hashtag kasacaktı, tahmin etmek hiç zor değil. Bir not bile bırakmadan sessizce canına kıydığı halde “algı yapıyollaaa”, “Piskolocisi bozulmuş” diyen bir sürü kişi gördüğümüze göre, başta Kocaeli valisi bu yolu açtığına göre, evet aynen öyle olacaktı.
Bu ülkede, işçi emekçi kesimin haklarını, yoksunluklarını önceleyen sol siyaset gereken halk payandasını bir türlü bulamamıştır. Milliyetçi, devletçi, mukaddesatçı kesimlerde sol siyaset ve taraftarları kabul görmez. Nedenleri bahsi diğer ama hadi onu da anladık diyelim. Ama ne ara bu kadar “işçi” düşmanı olundu, ne ara işçi-emekçi hak ve hukukunun savunulmasını münafıklığa, hainliğe etiketlemek bu kadar kolay oldu, açıkçası bu büyük bir muamma ve ahlaki sapma. Sol siyasetin ve sol tandansta yer alan reflekslerin arzı endam ettiği her alanda olayları hızla ‘Komünistler de orada!”ya; derken “Provokatörler orada!”ya çevirmek, makul arabuluculukla çözülebilen hadiseleri kriminal vakaya indirgeyerek algı operasyonu yapmak bayağı konformizmden öte bir şey değil. Ve haliyle çok itici.
Oysa mesele gayet basit. Sen sağcı, mukaddesatçı, devletine sadık bir eğilim olarak büyük kurumlara hatta gerekirse devlete karşı avantajsız durumda olan işçinin yanında durmazsan, başkası durur. Çoğunlukla da devlete ve sermayeye “zaten karşı olanlar” durur. Senin kaplamadığın alanı, senin “gomünik”, “vatan haini” dediğin adamlar kapladı diye, en doğal hakkını kullanmak isteyen işçiyi-emekçiyi yaftalayamaz, kriminalize edemezsin. Edersin de, hiç inandırıcılığı olmaz. Kendine güldürür, olsa olsa trollüğünü şeddelersin.