Mahallemizde bir adam vardı. Saçı, sakalına karışmış, dağınık.
Kendini salıvermiş yani. Bütün mahalleli tanır. Adını bilmiyorum.
Kimsenin de bildiğini sanmıyorum. Her gün yaklaşık saat 11.00'de
bizim yokuştan aşağı doğru yürürdü. Ana caddeden iner, bütün semti
dolaşır, sonra geldiği yere dönerdi.
Bu kişiyi garip kılan ise her gün bu yürüyüşü esnasında elinde
tuttuğu kırmızı güldü. Taze gül. Bir yerlerden bulup buluşturuyordu
belki. Ya da çiçekçiler eline tutuşturuyordu. Güllere hüzünle
baktığında dayanamayıp gül veriyorlardı. Her gün başka bir gül.
Yürürken başını arkaya doğru nazikçe sarkıtıyor, gülü
incitmemecesine parmaklarının arasında kaydırıp derin derin
kokluyordu. Öylesine arkaya sarkıtıyor ki başını, düştü düşecek
diye korkuyorsunuz.
O gülü koklamıyor, belki öpüyordu. İkisi karışık işte. Özlemini,
sevgisini gülle gideriyordu. Hafif kamburumsu endamı, zayıf ve
yılgın vücuduyla aşağıya doğru yürüyüşüne böyle devam ediyordu.
Gözden kayboluncaya kadar böyle gülü koklaya koklaya yürüyordu.
Kimseyle konuşmuyordu. Kimseyle ilgisi de yoktu zaten.
Tanımayanların garip garip bakışına zaten aldırmıyordu.
Kimdi bu gülü seven, gülü koklayan adam? Tam bilmiyorum....