Eskiden İslam devletçileri insanları Allah'a çağırırlardı.
Gayeleri insana Yüce Rabbe ulaşmanın yollarını öğretmekti.
Dini Allah'a has kılmışlardı. İhtiyaçlarını, ümitlerini Yüce Rabbe
arz ederlerdi.
Allah için severlerdi, Allah için sitem ederlerdi.
'İhlaslı' insanlardı. Kalplerinde bin değil, bir hesap vardı.
Hayatı düzgün yaşayıp sahibine tertemiz bırakmak endişesini
taşıyorlardı.
Kendilerinin tek örnek, tek doğru olmadığını biliyorlardı.
Kendilerini herkesten daha günahkâr, hatta ateşe herkesten daha
yakın hissederlerdi.
Kendilerini cennete herkesten daha uzak görürlerdi.
Eskiler, cennet kaygısı ile, yani iman ve amelin ahiretteki
karşılığı için değil, Allah'ın rızası için yola çıkmışlardı. Bütün
dualarında cennet talebini uygun görmezlerdi. Rabbin rızasını her
şeyin üzerinde görürlerdi. Hatta bazen cennet telaffuzundan
utanırlardı.
Bir Müslüman'ın kalbini kırmazlardı. Ters bakmaz. Gıybetini
yapmazlardı. Açığını aramaz, günahını alenileştirmezlerdi.
Müslüman'ın iffetini iffeti, namusunu namusu sayarlardı.
İnsanlardan (halktan) bir şey istemezlerdi.
Halkın sadakasını, zekâtını, bağışını ateş gibi görürlerdi. Alan el
değil, veren el olmayı arzu ederlerdi.
İnsanları kendileri etrafında cemaatleşmeye değil, Hz. Peygamber'in
(s.a.v.) otoritesine çağırırlardı.