Yakupyan Apartmanı” adlı kitabıyla ünlenen Mısırlı
yazar Ala
As Asvani ile kısa süre önce
yapılan bir söyleşi okudum.
“Yakupyan Apartmanı”nda komşuları üzerinden ülkesinin gerçeğini
anlatan yazar,“Mısır’da yerleşik bir yalan kültürü
olduğundan” dem vuruyor ve bu kültürün doğasını rejim
baskısına bağlıyor, Mısır’da özetle “gerçek ve yalan arasında
fark gözetilmediğini” belirtiyordu.
“Demokratik olmayan rejimlerde insanların sosyal medya alanı
dışında düşünceleriniifade edebilecekleri bir yer yok” diyen
Asvani ekliyordu:
“Hükümetlerin bu nedenle inandırıcı söylem geliştirmeleri için
hiçbir saik yok. İktidarne derse desin, nasılsa hesap
soran/geri dönüş yapan olmuyor. Yurttaşların
düşüncesine yalnız demokratik rejimlerde değer verilir.
Demokratik olmayan sistemlerde gerçek ya da yalan arasında
hiçbir fark yoktur.”
Ne kadar baskı o kadar yalan
Ne kadar ekmek o kadar köfte hesabı… Ne kadar baskı o kadar
yalan...
Hep düşünürüm “Yalandan kim ölmüş” lafı nerden çıkmıştır
diye…
İşte tam bu mantıktan çıkmış olmalı…
Mısır ve Türkiye gibi ülkelerde baskıdan ölebilirsiniz ama yalandan
ölmezsiniz. Rezil olmazsınız; itibarınızı, güvenilirliğinizi ve
inandırıcılığını yitirmezsiniz.
“Kandırılmışım!” der.. öte tarafa geçersiniz.
Bu köşede geçen hafta “Economist”te irdelenen dünyanın
yeni “post gerçek siyaseti/ post truth
politics” akımını anlattım.
Uluslararası siyasette “yeni bir trend” olarak öne
çıkan “post gerçek akımının”temsilcilerinin sivrilen isimleri
arasında ABD’de Trump,
İngiltere’de “Brexit”çi BorisJohnson,
Rusya’da Putin,
Türkiye’de Erdoğan’dan söz
ediliyor.
Bu liderlerin ortak noktaları olarak nesnel gerçekle hiç
yüzleşmemeleri, tüm güçlerini propagandadan almaları
sıralanıyor...
ABD, İngiltere gibi gelişmiş demokrasilerde “post gerçek
liderlerin” peydah olması hiç kuşkusuz büyük haber niteliği
taşıyan sarsıcı bir yenilik.
Ama gerçekte ne bizler ne de Rusya için “post gerçek”le
yaşamak bir yenilik sayılmaz.
Ruslar Sovyet döneminde “post gerçeğin” şahikasını
yaşadılar.
Biz de geri dönüp baktığımızda esasen “post gerçek”ten başka
şey görmedik ve yaşamadık.
Refah’ın -mümkünse-
en “takıyyeci” ekibiyle “Türkiye’yi
demokratikleştirmede dünyamarkası yapacaklarını” iddia eden
liberal entelektüellerden önce de bu ülkede mesela
darbeye “darbe” denmezdi.
Darbe olgusunun ağız dolusu lanetlenmesi için “anti darbe
retoriğinin” siyasi iktidarlar tarafından sonuna dek
araçsallaştırıldığı günler beklendi.
Geçmişte başarılı darbelerin çok ağır sonuçlarına duçar olduğumuz
dönemlerde, kerli ferli profesörler, yazarlar,
gazeteciler “darbe” lafını ağzına almaz, yalnız
Türkiye’de adını duyduğum ne idüğü belirsiz bir “ara rejim”den
söz ederlerdi.
O dönemin “post gerçek ezberi” doğrultusunda askerler
Türkiye’de, dünyada benzerine rastlanmayan “demokratik
geleneklere” sahip çıkardı. “Rejimi korumak”için müdahale
yapsalar da yaygın söylemle yönetimi “demokratik
güçlere”bırakırlardı.