2016 Batı demokrasileri açısından çok olumsuz bir dönüm noktası
oldu.
Her yalanın, “post-gerçek/posttruth” argümanın öne
sürüldüğü, milliyetçiliğin, ırkçılığın, korumacılığın kol gezdiği
Brexit referandumundan sonra güz başını ABD’de benzer doğrultuda
dezenformasyonu, demagojisi, manipülasyonu bol
bir Trump seçimi ile geçirdik.
Yılı, Renzi’nin kalesine gol attığı İtalya
referandumu ile kapatıyoruz.
“Hayır” oylarının ezici çoğunlukla galip geldiği Çizme’deki
referandumda, Başbakan Renzi sade kendi koltuğundan olmakla
kalmadı; aynı zamanda arkasında içinden çıkılmaz bir sistem krizi
bıraktı. İtalya’da taşların yerine oturması zaman alacak ve süreç
çalkantılı olacak.
Renzi, Cameron’un Brexit’te yaptığı gibi,
anayasa değişikliği referandumunu
liderliğine “evet/hayır” şeklinde kişiselleştirdiği bir
plebisite dönüştürmeseydi, konumunu koruyabilecekti...
Düne dek ülkelerinde “geleceğin parlak
liderleri/ politikacıları” olarak yere göğe konmayan
Renzi ve Cameron, popülaritelerini, “plebisit
desteği” ile cilalamak merakları yüzünden mazi
oldular. “Geleceğin liderlerinden”, mazinin liderlerine
dönüştüler.
Plebisit şeklindeki referandumlar bu yüzden çok tehlikeli. Serde
her şeyi kaybetmek var. Ama gitgide çok kullanılan bir araç olarak
gündeme geliyorlar.
Temsili demokrasinin krizi
İsviçre gibi mikro boyuttaki ülkeler dışında, eskiden Batı
demokrasilerinde kırk yılın başı devreye giren referandumlar, şimdi
çok moda ve sık yapılır oldu.
“Economist”, ’70’lerde Eski Kıta genelinde sayıları ortalama yılda
2’yi geçmeyen referandumların, bugün 8’i bulduğunu yazıyor. Biz
sadece uluslararası kamuoyunun ilgi alanına giren referandumları
mercek altına alıyoruz. Onların dışında Avrupa’nın irili ufaklı
çeşitli ülkelerinde, yıl içinde çeşitli referandumlar
yapılıyor.
Neden referandumlarda böyle hızlı bir sıçrama var?
İtalya’nın ünlü siyaset
düşünürü Massimo Cacciari, “referandumlar
patlamasını” demokrasi bolluğuna değil, tam tersine bir
demokrasi boşluğuna bağlıyor.
“Yaşadığımız kriz, temsili
demokrasinin krizidir” diyor: “20. yüzyılın ikinci
yarısında tanıdığımız şekliyle demokrasi yok oldu ya da
ağır bir kriz yaşıyor. Güç artık finansın elinde.
Demokrasilerin içinde geliştiği ‘ulus devlet’ krizde. Bu
çok geniş çaplı bir meşruiyet krizi yaratıyor. Alman sosyal
demokratları krizde, Fransız sosyalistleri krizde,
Avrupa Parlamentosu, krizde... Hiçbiri temsil
etmek durumunda oldukları kesimleri gereğince temsil
edemiyorlar. Sorun filan liderde değil, temsili demokrasinin
bizatihi meşruiyet bunalımında...”