Rönesans Rezidans
Yoksa kulağa hoş geldiği için mi seçtiler?
“Rönesans” sözcüğünün anlamını acaba biliyorlar mıydı?
“Homo faber ipsius fortunae”.
Rönesans’ın özü bu.
Latincede “İnsan alınyazısının yaratıcısıdır” anlamına gelir.
Ortaçağ karanlığının reddi demektir. Hümanizmin, insan ve insanlık bilincinin yükselişi, matbaanın keşfi; bilginin, kitabın, okumanın yayılışı, fikirlerin dolaşımı, kadercilik ve din temelli hurafelerin iflası, cehaletin yarılışı; Kopernik, Kepler, Galileo ve giderek Newton’la modern bilimin doğuşudur.
Evren, doğa kanunlarını sorgulayan seküler görüşün temelidir Rönesans.
“Kuşku” nun dogmaya kafa tutması, akılcılığın keşfidir.
Düşüncenin merkezine Tanrı yerine insanı koymak suretiyle dünyayı baştan yorumlayan muazzam bir değişim ve dönüşüm dönemidir.
6 Şubat depreminin simgesel enkazının taşıdığı adın “Rönesans” olması, trajik bir ironi.
Bin kişiye mezar olduğu söylenen kışla görünümlü yapı zira, Rönesans’ın simgelediği her şeyin zıttı.
Ceplerini doldurmak için günahların affı karşılığında “cennetten arsa” satan ortaçağdaki soytarı din adamları misali, bu simge yapının simge müteahhidi de domino taşları gibi devrilen rezidans bloklarını “cennetten köşe” sloganıyla pazarlamış.
11 katlı binaya bilimle dalga geçerek yalnızca 1.5 metre temel kazmış.
Hangi Rönesans? Ne Rönesans’ı? “Ortaçağ Rezidans” olmalıydı adı.
Çocukluğumun ilk yıllarını ben İskenderun’da geçirdim.
Tek katlı, bilemediğiniz iki katlı, yalın, sade, beyaz badanalı evler...
Dallarından su kabakları sallanan asma ağaçlı avlular, bahçeler ve kordon boyunca uzanan palmiyeler. Arkası dağ, önü deniz...
Bambaşka büyülü bir yerdi İskenderun ve çevresi. Tüm yörenin özgün bir ruhu ve öyküsü olduğunu küçücük bir çocuk bile hissedebilirdi.
Sovyet mimarisini andıran kışla görünümlü bu “Rönesans” gudubetini işte böyle bir coğrafyaya monte etmek, ardından bunu kör parmağım gözüne “cennetten köşe” diye sunmak, kentlilikle ve kent duyarlılığıyla uzak yakın örtüşen bir şey değil her şeyden önce.
Oysa Rönesans “kentlerin ve kentliliğin ürünü”ydü. Avrupa’nın gelişmiş, zengin, küçük kentlerinden çıkıp yayılmıştı. Birey ve insanı öne aldığı için de sivil toplumun da başlangıcı oldu aynı zamanda.
DEPREM KADAR ÜZÜCÜ
Şimdi bırakın Rönesans’la öykünülen bir çıta yakalamayı, biz kendi
aldığımız mesafelerde gerilere savruluyoruz.
Bu geri savruluşu anayasa hukukçusu Süheyl Batum, gözümüzün önündeki çok çarpıcı örneklerle anlatıyor ve özetliyor.
“Çok üzülüyorum” diyor: “Ölenlere üzüldüğüm, depremin büyüklüğüne üzüldüğüm gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin geldiği noktaya da çok üzülüyorum. Böyle bir şey hayatımda görmedim. İki gün açık biçimde yoksunuz. ‘Yok’ diyen depremden kurtulan adama bile ‘şerefsiz, namussuz’ diyorsunuz. ‘Asker yok yahu’ diyor adam; bunu siz de biliyorsunuz. ‘Şerefsizler, namussuzlar’ diyorsunuz. ‘99 depreminde de benzer eleştiriler yapıldı. TV’lerde, gazetelerde AKUT’un devletten iyi çalıştığı iddia edildi. Ama ben bir tane siyasetçinin çıkıp; ‘şerefsizler, namussuzlar, AKUT’çular, siz kimsiniz?, Biz size hesap sormaz mıyız?’ dediğini duymadım. Neden? Çünkü eksik kalsa da bir demokratik devlet anlayışı vardı. Bugün bu devletin tamamıyla değiştiğini, farklı bir devlet algısının yerleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz...”