Bu satırları yazarken seni şimdi salondaki koltuğun üzerinde
hayal ediyorum.
Yıllar öncesinde Ağca’nın müthiş firar döneminin
Mallorca Adası maceralarını kovalarken İspanya’da evimize
gelmiştin...
Ben mesleğe yeni giren bir muhabirdim.
Sana çay dahi ikram edemediğimizi hatırlıyorum. Çok kötü bir
ülserinin olduğunu anlatmış ve suyla yetinmiştin. Ama salonda hâlâ
duran o koltuğun üzerinde saatler boyu sohbet etmiştik.
Cebinden derhal cüzdanında taşıdığın, yanından hiç ayırmadığın
güzel ve sevgili eşin Güldal’ın fotoğrafını
çıkarıp göstermiştin. Güldal’ı o yıllarda daha hâlâ rakipsiz olan
Sofia Loren’e benzetmiştik. Sonra da uzunlamasına
yeni geçmekte olduğun “bilgisayar”ın marifetlerini
anlatmıştın...
“Bilgisayar”ı, ilk senden dinlediğimi hatırlıyorum.
Bugün BM’de söylevler veren “akıllı robot Sofia’yı” bana anlatanı
nasıl dinlersem, bilgisayar için verdiğin o bilgileri de öyle
dinlemiştim.
Daktilomdan asla ayrılmayı düşünmediğim bir dönemde bana, “Bu
kaçınılmaz!” demiştin: “Bilgisayara ne kadar erken geçersen o kadar
kazançlı çıkarsın. Bunu şimdi hemen yapmalısın!” ‘Korkunç
döneme giriyoruz’
Sevgili Uğur, sen hep böyle “ilerici” ve “ileriyi
gören” biri oldun.
Ölümünden çeyrek asır sonra seni hâlâ bu kerte canlı ve çok taze
hatırlamamızın nedeni, alabildiğine “sahici” olan insan yüzün
kadar, hep “ileriye dönük” biri olmuş olman.
Acayip iletişimciydin mesela...
Yaşadığın dönem...