Ölümünün 400. yıldönümünde, yüzü aşkın dile çevrilen eserleriyle
sahnede ve beyaz
perdede Shakespeare yeni yorumlarla
yaşatılıyor.
Avusturyalı yönetmen Justin
Kurzel’in “Macbeth”i de bu yıl… bunlardan
biri.
2015 sonunda vizyona giren bu yeni filmi kaçırmıştım, dün
izledim.
Genelde “aşırı kasvetli” bulunan yapıt beni koltuğa
mıhladı.
Aslında film ağır tabii. Shakespeare trajedilerinin olmazsa olmazı
sayılan fırtınalar ve karanlık gökyüzü geri plandan hiç eksik
olmuyor. Ama bir şey var ki o da tüm büyük Shakespeare yapıtları
gibi eseri emsalsiz kılıyor: İnsan ruhunun kusursuz
analizi.
Shakespeare, tüm eserlerinde insanlık zaaflarını masaya
yatırır.
Hamlet’te örneğin bu “olmak ya
da olmamak” kertesinde kuşkulardır; Kral Lear’de
sadakat/sadakatsizlik, yaşlılığın düş kırıklığıdır; Othello’da
tutku, Macbeth’te “iktidar hırsı”dır. Shakespeare eserlerinin
hepsinde bu zaafların değişik alışımlarına rastlarız
ama “itici güç” bağlamında her birinin ayırt edici bir
motifi vardır.
Macbeth’in bu motifi “güç” oluyor işte. Bu nedenle
Macbeth, Shakespeare’in en politik eseri. Ama “güc”ün ötesinde
Macbeth’in aslında müthiş bir “tiranlık analizi”olduğunu;
Kurzel’in filmini izlerken fark ettim.
Macbeth’i yıllar öncesinde okuduğum için belki unuttuğum veya
filmden daha önce tam ayırdına varmamış olduğum
bir “tiran” portresiyle karşılaştım. Bu nedenle perdeden
kendimi alamadım.
‘Beynim akreple dolu’
Shakespeare, tiranlığın, bir günden diğerine değil de
nasıl “metaformoz”la biçimlenen bir olgu olduğunu anlatıyor
her şeyden önce...
Başarılı bir komutanın (Macbeth); gayri meşru yolla (kralı
öldürerek) gücü ele geçirdikten sonra nasıl bir “güç
bağımlısı”, “güç âşığı” haline geldiğini ve bu güç
aşkının nasıl her türlü “merhamet”,
“adalet”, “vicdan” duygusunun önüne geçtiğini görüyoruz
eserde.
Macbeth’in
artık “yenilmez” ve “alt edilmez” olduğuna
hükmettiği bölüm, hikâyenin dönüm noktası.
O noktadan itibaren gücü ne pahasına olursa olsun “korumak”,
Macbeth’in tüm önceliklerinin önüne geçiyor.
Gücüne “tehdit” gördüğü kimseyi artık yaşatmıyor ve
acımasızca yok ediyor Macbeth.
Çevresiyle “empati”yi yitiriyor. Gerçeklerden kopuyor.
Bu “kopuş” sırasında korkuları
artıyor. “Beynim akreplerle dolu” diyen Macbeth,
sonunda dengesini yitiriyor. Bundan böyle bir gerçekler dünyasında
değil, paranoyalar dünyasında yaşıyor.
Paranoyası arttıkça zalimliği katlanıyor. İnsanları kendine düşman
etmekten başka işe yaramayan yeni zalimlikler yapıyor.
Bir “tiran” olup çıkıyor.