İngiltere’nin “AB’ye hayır” demesiyle yeni bir küresel gündemimiz daha oldu. “Küresel” diyorum, çünkü “AB’ye hayır” diyen İngilizler, uzun vadede bütün dünyanın dengelerini sarsacak bir süreci başlattılar.
Bu, ezber bozan bir gelişmedir. Şimdiye kadar sadece “giriş”i konuşan AB ilk defa “çıkış”la yüzleşiyor. Bu ayrılma süreci, AB’nin geleceği açısından bir domino etkisi yapma potansiyeline sahiptir.
Nitekim İngiltere’deki referandumdan hemen sonra Fransa’dan Hollanda’ya kadar bütün güçlü üyelerde “Biz de referandum yapalım” sesleri yükselmeye başladı.
AB’nin lokomotifi durumundaki ülkelerin sağa kayışı dikkate alınırsa, bir süre sonra Kıbrıs Rum Kesimi gibi sırf “yük vagonları”nın kaldığı lokomotifsiz bir AB ortaya çıkabilir.
AB neden bu hale geldi?
İlk defa 1957 yılında Roma’da Almanya ve Fransa başta olmak üzere 6 Avrupa ülkesinin AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) adıyla kurduğu birlik, üye ülkeler arasında ortak tarım ve ulaştırma, malların ve insanların serbest dolaşımı gibi ekonomik adımları hedefleyen bir “ortak pazar” idi.
1992’de, bu birliği sadece ekonomik hedeflerle sınırlamanın doğru olmadığı kanaatine varan üyeler “ekonomik” ifadesini isimlerinden atarak AT (Avrupa Topluluğu) oldular ve fiiliyatta yürüttükleri ortak siyasi politikaları meşrulaştırdılar!
2009’da ise son bir güncelleme daha yaparak AB (Avrupa Birliği) oldular.
Kısaca özetlediğimiz bu serencam ekonomik güç birliğini, siyasetten savunmaya bütün alanlara taşıyan olgunlaşma evreleri gibi görünse de aslında her adım birliği sona yaklaştırıyordu.
Güç, adalet temeli üzerine oturduğu sürece yararlıdır.
Nitekim yeni katılımların sinerjisiyle hızla güçlenen AB’nin yöneticileri, genişleme stratejisini oluştururken gerektiği kadar büyük düşünme basiretini gösteremedi.
“Avrupa değerleri” yerine, inanç birliğini esas alarak kendi kendilerini sığlaştırdılar.
AB, ‘ülke’ demeye şahit gerektiren üyeler kaydederken, 50 yıldır kapısında beklettiği Türkiye’ye yeni engeller bulmakta zorlanır hale geldi.