Polis Akademisi önemli bir buluşmaya ev sahipliği yapmıştı.
SABAH gazetesi adına benim katıldığım toplantı, "Kürt Çalıştayı:
Türkiye Modeli'ne Doğru" başlığı altında düzenlenmişti.
Akademisyenler, gazeteciler, sivil toplum temsilcileri... Sonradan
çok tartışıldı. Hatta soruşturma konusu bile yapıldı. "Tutanak yok"
denilerek, soruşturma girişimi takipsizlikle sonuçlandı. Zaten
soruşturmayı gerektirecek suç unsuru da yoktu. Katılımcılar özgürce
samimi fikirlerini paylaşmışlardı. Herkes, silahlı dönemin
kapanmasını, silahların ebediyen gömülmesini, silahlı unsurların
Türkiye dışına çıkmasını istiyordu. Tüm mesele bunun nasıl
başarılacağı idi. Demokratik entegrasyondan söz edenler çoğunlukta,
Cumhuriyet'in kuruluş yılları ile hesaplaşılması gerektiğini
savunanlar azınlıkta idi. Onlar, bugünkü bir grup Kürt kökenli
siyasetçinin, haydi adını daha açık koyalım, "HDP'li aktörlerin"
tezlerini dile getirir gibiydiler. Cumhuriyet'in başlangıcında iki
kurucu halk olduğunu, sonradan Kürtlerin dışlandığını iddia
ediyorlardı. 6 yıl sonra getirilmek istendiğimiz nokta da bundan
farklı değil. Türkiye Cumhuriyeti'ni şirket gibi gören, şirketten
en az yüzde 50 hisse isteyen ve bunu silahla hayata geçirmeyi
hedefleyen bir grup...
Nasıl ifade edilirse edilsin... Kürt Açılımı, Demokratik
Açılım, Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi... Amaç, barış içinde bir
arada yaşama, yüksek demokratik standartlarda buluşma, şiddeti sona
erdirme ve siyaset yoluyla en uç fikirleri bile açıklayacak ortamı
tesis etme idi. Bu amaç hâlâ geçerli. Ama sadece dağın değil,
şehirlerin de silahtan arındırılması kaydı ile... Son dönemde
atılan adımlara ilave olarak Kürt siyasetçilerin taleplerinden
geriye ne kaldığı belli aslında. "Özerklik ve ana dilde eğitim"
talebi... Türkiye'nin bir bölgesinde etnik temelli, yerel silahlı
unsurlarla destekli farklı bir yönetime "evet" denilebilir mi? Veya
sadece belli bir etnik gruba özgü eğitim şartı sağlanabilir
mi?