"Düşmanımın düşmanı dostumdur" fırsatçılığının hayli prim
yaptığı günlerden geçiyoruz. Siyasi rekabetin olmadığı ortamlar,
siyasi husumetler üretebiliyor. Hazımsızlık psikolojisi, hasımlık
hastalığı olarak dışa vurabiliyor.
Gerek 16 Nisan referandumu öncesi siyasi ve sosyolojik tablo
gerekse CHP'nin "adalet yürüyüşü" dediği organizasyonun uygulanma
şekli, önümüzdeki 1.5 yıla dair ciddi ipuçları veriyor. Eskiden
örtülü kurgulanan işbirlikleri, artık açık düşmanlık veya cephe
harekâtı olarak karşımıza çıkıyor. Almanya... FETÖ... PKK... HDP...
CHP... Ve yedekte bekleyen medya organizasyonunu aynı düzlemde
buluşturabilen, konjonktürel ortaklıklara iten aktörleri ve
faktörleri yeniden, ciddiyetle ele almak zorundayız. Geleneksel
ezberler, anlık durumları açıklamaya yetse de orta-uzun vadeli
riskleri bertaraf etmeye yetmeyebilir. Ne aşırı özgüvenle meseleyi
hafife almak ne de karamsarlıkla olayları olduğundan büyük görmek
fayda sağlar. Gerçekçi ve soğukkanlı olmak durumundayız.
Şunu iyi biliyoruz. FETÖ ve PKK, Türkiye karşıtı lobilerin içeride ve dışarıda en önemli enstrümanı. Birinin elinde ateşli silah, diğerinin elinde organize insan gücü ve gizli devlet belgeleri var. İkisi de amaç birliği yapabiliyor. Türkiye'nin elini zayıflatmak isteyen uluslararası odaklarca taşeron olarak kullanılabiliyor. Bu iki suç örgütünün, siyasal veya bürokratik görünümlü uzantıları ise Türkiye'de kendine alan açabiliyor. Bu alana dönük hukuki müdahaleler, yani devletin savunma refleksi ise başta AB, küresel merkezlerin sert tepkisi ile karşılaşabiliyor. Çok daha önemlisi, "Türkiye ile Türkiye Cumhurbaşkanlığı arasında fark yaratılmaya çalışılıyor!" Bilhassa Alman yönetiminin, "Türkiye'ye karşı değiliz ama..." diye başlayan cümleleri "Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı eskisi kadar dikkate almamalıyız" çıkışları tesadüfi değil. Türkiye Cumhurbaşkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti üzerinde kurulmak istenen baskıların, Türk halkını ve demokratik tercihlerini de baskılamak olduğunu kim görmezden gelebilir ki?
***