Bu Perşembe bir savaşçıyı uğurladım. Utanarak
gördüklerimden, utanarak uğurladığım savaşçıdan, utanarak savaşçı
geçmişimden ve uğrunda savaştığım her şeyden…
Uğrunda savaştıkları toprağa düşen 13 savaşçıdan biri, Tümg.
Aydoğan Aydın gidiyordu o gün. Ankara’da daima Kocatepe Camiinde
yapılan bu uğurlama şehre oldukça uzakta Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın yanındaki A. Hamdi Akseki Camiinde yapılıyordu bu
kez. Çok fazla insan toplanmasın diye belki de… Sadece askerler ve
az sayıda sivil camiinin avlusunu bile doldurmaya
yetmemişti.
O gün, o camide başka bir savaş vardı ama… Siyasetçilerin
yer kapma savaşı. Grup toplantılarında en önde oturup liderin
gözlerine bakarak alkışlamak için danışmanlarını yer kapmaya
gönderen kafalar yine en önde olmak için çabalıyordu, kameralar
vardı ne de olsa… Bariyerlerin arkasındaki polislere kimlik
göstererek oradan geçip en önde yer tutmaya çalışıyorlardı. O
savaşçının postallarının altında ezilen dağların fotoğrafını bile
görmemiş adamcıklar, savaşın en ön safındaki adamı gönderirken,
emniyetli cami avlusunda en önde olmak için savaşıyorlardı. Birer
birer suratlarına baktım, gerçek suratlarını o yapmacık üzüntü
mimiğiyle kaplamışlardı birkaç saatliğine.
Ben, en arkalarda, gerçek savaşçıların arasındaydım. Sağ yanımda
bütün hayatını savaşarak geçirdiği yetmemiş gibi yıllarca hapiste
yatan biri, biraz arkamda biri daha üsteğmen, diğeri teğmen iken
Cudi’nin medetsiz kayalıklarında barut kokulu ekmeğimi paylaştığım
iki general, az ileride mermi yarasını yüzünde taşıyan bir
astsubay…
Hiç biri o gün en önde olmayı umursamayan, sonsuzluğa uğurladıkları
savaşçı ile yeterince en ön safta olmuş adamlar… Yüreklerinde
taşıdıkları acıyı, kameralara gösterme ihtiyacı duymayan adamlar…
Sırasında sessizce fedayı can etmesini bilen adamlar.
Bu Perşembe, adamlar ve adamcıklarla birlikte bir savaşçıyı
uğurladık, Ankara’nın ıssız bir camisinde.