Savaşçılar, genellikle yırtıcı tiplerdir, sert adamlardır. Biraz konuşunca teninin altındaki kurdun homurtusunu duyarsınız, bilirim. Dolaştığı dağların sert kayaları, bıçak gibi kesen rüzgâr, arkadaş kanının kokusu; ya da derin ve karanlık uçurumlarla, apansız başlayan ve bir anda sonlanan eşsiz güzellikler arasındaki zıtlık, karakterine yansır adamın.
Fakat o başkaydı.
Bu kadar yumuşak karakterli, bu kadar naif bir adamın aynı zamanda öylesine sert bir savaşçı olabileceğini tahmin bile edemezdiniz. Ta ki, ilk mermi patlayana kadar... O naif adam, gökgürültüsüne diş gösteren bir kurda dönüşürdü aniden.
Hiç mi korku olmaz bir adamda? Öyleydi...
Aslında devre arkadaşımdı, ama askeri okulda devre kaybetti, bir yıl geç mezun oldu. Yollarımız Hava İndirme Tugayı’nda (Bugünkü 1. Komd.Tug.) kesişti. Ben 6. Tim Komutanı o da yardımcımdı... Aynı çadırda kalıyorduk, O, ben ve dillere destan Erdal Astsubay... Gece uyanır, nişanlısının fotoğrafıyla konuşur kız kaçırma planları yapardı. Dağda papatyalardan taç yapar, en olmadık anlarda bizi kahkahaya boğardı. Şimdi okusa bu yazdıklarımı, “Abi ne napıyon ya, ben miyim bu” diye kahkahayı basar, kendisiyle dalga geçerdi...
Besta’daki üs bölgemize saldıran çakallara hadlerini bildirirken, Büyükdağ’da kurşun yağmuruna tutulurken, alan hâkimiyeti uğruna ağaç kovuklarından saraylar yaparken, ya da ne bileyim işte, kumanya olarak çiğ tavuk gönderildiğinde üstü panço kaplı mevzimizin içinde bayram ederken, kilometrelerce alanı ararken, yürürken, çatışırken, uyurken, suyunu varillerde ısıttığımız yeraltı banyosunun sırasını beklerken... Hep beraberdik. Yorulmaz, korkmaz ve sızlanmazdı. “Buraları verip kurtulalım” diyen ... o ruhsuz üsteğmene inat Sinan Teğmen, Erdal Astsubay, ben ve Recep, Türk bayrakları ve bozkurt posterleriyle donatmıştık çadırımızı. Kâğıtları uç uca ekleyip de büyük harflerle “ERGENEKON” yazmıştık girişine. Söz konusu vatan aşkı olduğunda, yeniden yazardık bütün kuralları.