TETİKÇİ
Atlantik ittifakı çatırdıyor. Diğer Batı devletleri Almanya,
İngiltere, Fransa bile Asya’daki yeni dünyada yerini almaya
çalışıyor. Türkiye komşularıyla silah arkadaşı olmuş, ABD ise PKK
ile... Fırat’ın doğusundaki top sesleri, Avrasya’nın doğum
sancıları gibi...
Türk halkının kafasında bitmiş ABD, bitmiş Batı. Herkes biliyor
yeni dünya Asya’da kurulacak ve Türkiye, İran, Çin, Rusya birbirine
omuz vermeden olmayacak bu...
Ama...
Bir yandan da bu Avrasya ittifakına darbe vurmak için bir
psikolojik savaş yürütülüyor. Sanki bir merkezden idare edilen bir
kampanya bu.
Mesela Sabah gazetesinden Göksan Göktaş 14 gün süren bir Çin gezisi
yapmış. Farklı insanlarla temas kurmuş, Sincan Sosyal Bilimler
Akademisi’nden Uygur akademisyenler, gazeteciler ve öğrencilerle
konuşmuş Sincan İslâm İlahiyat Fakültesi’ne gitmişler, dekan ve
öğrencilerle görüşmüş ve izlenimlerini yazmış... Okuyorsunuz, güzel
haber, tarih 4 Kasım...
5 Kasım 2018 günü Star gazetesinden Yakup Köse, bu haberi okuduktan
sonra oturduğu yerden başlamış sallamaya: “Çin’de erkekler işkence
kamplarında toplanırken, kadınlar da zorla Çinlilerle
evlendiriliyormuş, hatta evli Türk kadınlarının kocaları evden
alınıp Çinli erkekler konuluyormuş evlere, namus elden gidiyormuş
ahali yetişin” şeklinde bir yazı yazmış. Aynı günlü Cumhuriyet’in
orta sayfasında da İran var hedefte. Azerilerle Kürtlere baskı
yapılıyormuş. Yanlış anlaşılmasın, haberde İranlı Türklerden söz
edilmiyor, bütün hikaye Kürdistan eyaletinde bir Kürt yönetmenin
filmlerini festivaller dışında gösterecek salon bulamaması üzerine
kurulmuş.
6 Kasım’da yine Star gazetesinde bu kez Sevil Nuriyeva İsmayilov
almış sazı eline... Yakup Köse’nin bıraktığı yerden ama daha
düzeyli kelimelerle sormuş: “Çin küresel medeniyet olabilir mi?”
Olamayacağına da şu gerekçeyle karar vermiş: “Çin’in kendi
ülkesinde yaşayan Müslümanlarla barışamayan bir zihniyeti
varmış.”
Gayret büyük. Olmasın Çin, olmasın Avrasya. Amerika olsun küresel
medeniyet ve hepimiz onun kuyrukçusu olalım aziz Müslümanlar.
Sonra efendim Akit’siz olur mu? Onlar da girmiş topa “81 ilde Çin
zulmüne tepki” başlığının yanına “300 milyon Müslüman’a Hindu
zulmü” başlığı konulmuş. Bir taşla iki kuş. Avrasya’nın iki büyük
ülkesi de Müslüman düşmanı ama, Amerika değil. Şu Akit’te ABD
karşıtı bir haber gören beri gelsin.
Bayramı da Karar gazetesi yapmıştı bu hafta. Trump’ın İran’a
yaptırımlar konusunda Türkiye’yi göstermelik bir muafiyetle ayrı
tuttuğu haberini bir ABD övgüsüne dönüştürmüştü: “ABD’den jest
üstüne jest.”
Aklım kaldı, bu ara ‘’Kuzey Kore lideri eniştesini kesip yedi’’
haberlerine pek rastlamıyorum, rica ediyorum bu arkadaşlara biraz
da o haberlerden yapıverseler de dalgamızı geçsek bu karda
kışta...
İMAM
İmamlık elinde değilse de dilinde silahı olan bir meslektir.
İmam dini temsilcidir ve söylediklerini dinin gereği/ şartı/
olmazsa olmazı biçiminde anlayacak kitleler vardır. İmamın bir
dediğini, on yapar halk, buraya yazamıyorum da atasözleri bile
vardır bununla ilgili...
Yani imam deyip geçemezsin kardeşim, üstelik devlet memurudur.
Diyanet İşleri Başkanlığı imamların siyaset konuşmalarına yol
açacak bir adım atmaya hazırlanıyormuş.
Devlet memurları kanununa göre memurlar siyasi görüş beyan
edemezler, buna ek olarak bir de Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilat
kanununa göre siyasi konuşmalar yapan imamlar meslekten çıkarılır.
İşte Diyanet, 1965 tarihli teşkilat kanunundan bu maddeyi
çıkaracakmış. (Milliyet, 5 Kasım 2018)
Şu andaki mevcut kanun bile imamın siyasete müdahalesini,
vaazlardan sonra etrafına topladığı insanlara “şuna oy verin, buna
vermeyin” demesini engelleyemiyor. Hatta bazı imamlar, bu kanuna
rağmen camii mikrofonlarından iktidar lehine seçim propagandası
yaptılar. Bu kanunlara dayanarak soruşturma açılınca genele
yayılması engellendi.
Şimdi bu kanun da ortadan kalkarsa, ortaya çıkacak kaosu kim
engelleyebilir? Partilerin imamları olur, her imam bir diğerinin
partisini ve cemaatini hedef gösterir.
Ders olmadı mı 15 Temmuz?
Bir adam eline silah alıp kafanıza dayasa ve “şu partiye oy
vereceksin” dese zorla, ama bir defaya mahsus onun dediğini
yapanlar olabilir. Ve fakat bunu bir imam söylerse, bu bir defaya
ve bir kişiye mahsus olmaz. Toplumu derin hatlarla böler. Bir adım
sonrası imamların sermayenin eline geçmesidir. Şimdi bile kendi
dükkanlarında “şifalı takke, yanmayan kefen” satan şarlatanlar yok
mu memlekette?
Diyanet İşleri Başkanlığı laikliğe sarılacağı yerde, vatan savaşı
için birlik beraberliği sağlamaya çalışacağı yerde toplumu
kutuplaştıracak, gereksiz işlerle uğraşıyor, Ortaçağ’a yöneliyor.
Uçurumdur...
Bu yetmiyor, Cumhuriyete kafa tutuyor.
10 Kasım’dan bir gün önceki hutbesinde tek kelime Atatürk
demeyerek, aynı gün Atatürk’e küfreden, kurtuluş savaşımızda
Yunanlıların kazanmasını isteyen Fesli Kadir’i ziyaret ederek,
siyasi pozisyon alıyor. Rıfat Börekçileri bırakmış da Mustafa
Sabri’yi izleyen Fesli Kadirlerin izini sürüyor.
Unutuyor...
Cumhuriyetle hesaplaşmaya kalkmanın er ya da geç bir sonucu
olacağını...
SANATÇI
Adı yüz yıllardır unutulmadı, çünkü halkın sesi oldu, gereğinde
sövdü saydı: “Münkir münafıkın soyu/ Yıktı harap etti köyü/
Mezarına bir tas suyu/ Dökenin de avradını.” Herkes bilir bu
dizelerin Kazak Abdal’a ait olduğunu...
Pir Sultan Abdal’ın adı ulu ozanlardan biri olarak yaşar bugün.
Çünkü halkın sesidir zulme karşı, ne ölümden korkar ne zindandan.
Sesi arşı ve yüz yılları tutar: “Yürü bre Hızır Paşa/ Senin de
çarkın kırılır/ Güvendiğin padişahın/ O da bir gün
devrilir..’
Mesela Sultan Hamit’in arkasından “Lakin sen sultanım gays-ı
ekbersin/ Ahıretten bile himmet edersin” diye tapınırcasına yağ
çeken de vardır ya... Kaç kişi bilir, kim hatırlar adını Rıza
Tevfik’in? Ama herkes bilir ve hatırlar Şair Eşref’i... Çünkü o
halkın sesidir Kazak Abdal gibi: “Toprak altında da olsan bulurum/
Erişir burnuna birkaç tekmem/ Can verip kurtulurum zannetme/ Şeytan
elini çekse de ben elimi çekmem!”
Tarih boyunca en çok tartışılan şeylerden biridir: Sanatçı kime
denir?
Ve bütün yorumların içinde en kabul görenine göre sanat eseri
yaratan ve icra edenlerdir. Mesela resmi çizene, heykeli yapana,
besteleyene ve icra edene, oyunu hem yazıp hem oynayana sanatçı
diyoruz.
Bu sadece teknik tanımı. Bir de toplumsal ve tarihsel karşılığı
var. Çünkü sanatçı çağının ve toplumunun bakış açısıyla ya da
içinde bulunduğu durumun etkisiyle eserler veriyor, o halde çağının
ve toplumunun farkında olması gerekiyor. Bu da sanatçıyı, toplumu
ilgilendiren her şeyi görmeye ve duymaya mecbur bırakıyor. Toplum
ise gördüğü ve duyduğu konularda sesi, öncüsü olmaya zorluyor onu.
Ve bütün bu koşulları yerine getirdikten sonra sanatçı
olunabiliyor...
“Sanatçı kesinlikle muhalif değildir. Sanat, siyaset yapmaz... Bu
devletin içinde yaşayıp da, devlete saygı duymayan bir insana benim
bakışım farklı olur. O zaman bu ülkenin nimetlerinden
yararlanmasın” derken bile siyaset yaptığının farkında olmayan
Orhan Gencebay ise Namık Kemal, Ziya Paşa ya da ne bileyim Koç
Köroğlu ile kıyaslanınca ne kadar sanatçıdır?
Muhalefet öfkedir, öfke eylemdir, eylem hareket ve o da gelecektir
devrimdir. Oysa “batsın bu dünya”da enerji filan yoktur.
Hiç girmeyeceğim, açılım mevzularına filan, ama kim bilir, bundan
birkaç asır sonra “batsın bu dünya, bitsin bu rüya” diye şarkılar
söyleneceğini bile düşünüyordur belki...