Kurduğu hayal değildi. Neredeyse dört yol ağzında, ihtimallerin kesiştiği yerde, upuzun bir belki kelimesinin üstünde oturuyordu. Her nesil kendisine göre biçim vermişti ona. Altından sütunlar, ahşaptan çatma peykeler, ipekli minderler, dikenli teller, ateş bağlarıyla dokunmuş çelik halatlar, çaput parçaları, gemi halatları benzeri sağlam malzemeden yapılmış dokumalar, hasılı, devre, zamana, şartlara ve hayatın hızına göre şekil almış onca malzeme. Onca utku. Şunca görünüm. Değişmeyen sadece oydu. Fakat bu kez tam bir malzemeden bahsedilebilir miydi? Hologramla sanal varsayım, lazer ışığıyla köpük malzemeden yapılmış kesme taş görüntüsü iç içe geçmişti. Elbette bir Godot, Mehdi, Kıyamet, zafer, yıkım, bayram, sevgili beklentisinden söz edilemezdi. Belki, taşıyabileceği bütün gerilim ve çağrışımlarla yüklenmişti. Cins, yaş, ırk, dil, din, ülke belirleyeni olmadan mümkünlüğün gümüş ışığında parlamak istiyordu. Gökle yer arasında, insanın o en kritik zamanda beliren çehresi söz konusu olsundu sadece. Ne olacaksa buradan ve bundan sonra olmalıydı, tekrar, yeniden.
Bir olma ve ihtimal kesinliğinden söz edilebilir miydi yine de? Orada, belkinin üzerinde oturan, bunu bütün...