Denilir ki, üzerine gün ışığı düşmemiş düşünce yoktur.
İspatı kolaydır bunun. Bugünden geriye doğru düşünülmüş düşüncenin izlerini sürdüğümüzde, hemen her düşüncenin belli dünya görüşlerine, ilgilere, bağlamlara, niyetlere, ihtiyaçlara göre üslup, eda, ton... kısaca form değiştirerek beyan edildiğini bizzat görür ve zamana, mekana, dile, algıya bağlı olarak da çeşitlenen bu formlara bakarak, bilginin çoğaldığına hükmederiz.
Öyle ki, bu çoğalma karşısında, bilgiyi ihata etme yönünden kendimizi aciz hisseder, düşünülmüş düşüncenin peşinde koşturmaktan oluşan yorgunluğumuzu, Hz. Ali’ye isnat edilen “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı” ya da Fuzulî’ye ait olan “Aşk imiş her ne var Âlem’de/ İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak” şeklindeki hikmetli söyleyişlere kendimizi baştan teslim ederek makulleştirmeye çalışırız.
İnsan aklının, kendi işleyişini bile içten içe düzenleyen uyanıklığını fark ettiğimizde ise, söz konusu acizlik düşüncesi ve yorgunluk hali, yerini özetleyerek, seçerek veya doğrudan doğruya sınırlayarak, düşünülmüş düşünceyi kendi gereklerine göre kuşatma çabasına evrilir.
Dolayısıyla, toplumsal hayata mahsus davranışlarımızı semboller yoluyla birer öngörüye dönüştürerek, davranışlar yığınını, herkesin ondan aynı şeyi anlayacağı bir forma indirgediğimiz gibi, düşünülmüş düşünceleri de herkes tarafından paylaşılabilir belli alışkanlıklar, adetler ve ferdi tutumlar eşliğinde ve elbette ihtiyaçlarımız doğrultusunda elde edebiliriz.
Örneğin, caddelerdeki trafik lambaları kırmızı yandığında bize durmamızı, yeşil yandığında ise geçmemizi söylerler. Biz, bunu ortak bir öngörüye dönüştürmek suretiyle uygularız ve yeşilde geçerken bize çarpan bir aracın sürücüsü, bize çarpma suçundan önce, söz konusu öngörüyü ihlal, ortak bir kabule saygısızlık etme suçunu işlemiş olur.