https://w.soundcloud.com/player/?url=https%3A//api.soundcloud.com/trac
Muhafazakâr/sağcı edebiyatın, siyasi maksatlarla üretilen –ve etkisi bugünlerde eskisinden çok çok daha baskın olan– Türk-İslam sentezciliğine entelektüel bir zemin oluştur-masının neden ve sonuçları üzerinde durmayı vadetmiştim.
Sentez’in Osmanlıcası terkip, uydurukçası bir-eş-im. Nişanyan Sözlüğü’nde bireşim’in fiilinin olmadığı, ekinin mahiyetinin ise meçhul olduğu belirtilmekle, kelime nesebi gayri sahihler sınıfına havale edilmiş.
Sentez asıl biyoloji, kimya, mimarlık ve felsefe sahâlarında kullanılan bir kelime. Osmanlıca terkip kelimesinin ondan bir payı; divan edebiyatının bir şiir türü olarak terkib-i bend’in de yine onunla hiçbir alakası yok.
Türk-İslam sentezi şeklindeki terkibin oluşumunda ise sentez kelimesi a priori “Batılılaşmayı benimsemiş olan Türk”e işaret ediyor. Çünkü o terkibin ne Türk-İslam devletlerinin doğuşunda ne de Türk-İslam kültürün oluşumunda hiçbir karşılığı yok.
Edebiyatın ne zaman söz konusu terkibin kapsamına girdiğini tespit edemesek de bunun Batılılaşmayı meşrulaştırma girişimiyle eş-zamanlı olduğuna hükmedebiliyoruz. Nitekim ilk gerçekçi ve dilde sadeleştirmecilerden olan Ömer Seyfettin, Batılılaşmanın ilk –ve hiç değişmeyen– partisine yani orduya mensuptur. Memduh Şevket Esendal İttihat ve Terakki (İT) müfettişi, sonrasında büyükelçidir. Yahya Kemal de böyledir. Ahmet Hamdi Tanpınar ise akademisyen yani devlet memurudur.
Bunların ortaklaştıkları ve topluma telkin ettikleri resmiyet kılıflı düşünce özetle şudur: “Olan olmuş, Batılılaşmada önemli bir mesafe kat edilmiştir. Artık buradan geriye dönülmesi muhaldir ve bu yolda paşa paşa yürünmelidir.”
Bu düşünce özellikle Kemalizm tarikatının müesseseleştirildiği devirde fazla problemli de görülmeyecektir. Ancak söz konusu yürümenin şekil ve istikametinin tayini daha başta üstesinden gelinemez büyük bir problem haline gelecektir. Zira Batılılaşma, çağdaşlaşma, aydınlanma, ilericilik vb. nev zuhur kavramlara tutunarak halkla ve dolayısıyla onun inancıyla çatışan Kemalizm, yeni devlete meşruiyet ve halka beka duygusu kazandıracak milli bir ideal teklif edememiştir. Bu sebeple, Batılılaşma konusunda “Avrupa’dan damızlık erkek” getirmeyi dahi teklif edecek kadar azgınlaşanlara karşı hem Kemalizm’deki mezkur boşluğunu dolduracak hem de mevcut milli ideallerden bazılarını sürdürerek devleti geleceğe taşıyacak bir orta yol ihtiyacı doğacak, Türk-İslam sentezciliği de buna ad olacaktır.
On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde, Divan şiirini dil zevksizliğine, edebî dili hazır hayallerle değişmez sembollerin varlığına, Türkçeyi Arapçanın ve Arap zihniyetinin hususiyetlerinden doğmuş bir belagatin tatbik sahasına, hasılı mevcut edebiyatın tamamını bir saray istiaresine indirgeyen Tanpınar’ın Binbir Gece Masalları ile Ebû Ali Sina Hikayesi’nin kompozisyon tarzından harekete vardığı şu sonuç da Türk-İslam sentezciliğine hem bir ruhsat olacak hem de bir istikamet sunacaktır:
“…İlyada ile Şehname arasında yapılacak ufak bir mukayese şark sanatlarına hâkim olan anlayışın ta kendisi olan bu kompozisyonu bize bütünü ile verir. Bu iki destan arasındaki fark Sargon sarayı kabartmaları veya Trayan sütunu ile Klasik Yunan heykeltıraşlığının arasındaki farkı andırır. Homeros›un destanında bütün Yunan âlemi, kozmogoni, tanrılar, Yunan sitelerinin hayatı, işler ve sanatlar, hülasa kavmin ve medeniyetin bütün hayatı tek bir vakanın hikâyesine girer. İlyada çok şuurlu planında teferruatı atlamasını bilen yahut bütünün içinde ona hakikaten tutması gerektiği yeri veren bir eserdir. Şehname ise, her teferruatın üstünde aynı ehemmiyetle duran düz tahkiyedir. Şark hikâyesi işte bu düz tahkiyenin hikâyesidir. Harikulade, şark hikâyesinin, realiteyi inkâr eden, hatta reel fikrini dağıtan kolaylık mekanizmasıdır.”
Aynı Tanpınar’ın Erzurum’daki bir öğrencisine –halkın gözlerini alıştırmak maksadıyla– içkisini sokakta içmesini nasıl tavsiye ettiğini; Müslümanların din ve ibadet özgürlüğünde kısmi bir rahatlamayı sağladığı için Menderes ve arkadaşlarına kindarlığın dibine inerek nasıl hakaret ettiğini de bildiğimize göre yukarıdaki örneği çoğaltmamıza gerek yok.
Özetin özetiyle söyleyecek olursak: İlk devir Türk-İslam sentezciliğinde, Batılılaşma fikrinde sabit kalınmak suretiyle dine sadece dekoratif bir unsur olma hakkı verilmiştir. Ama yeni İlyadalar yazmaya teşvik edilenlerin Homeros gibi tam kafir olamayışları, en azından Yahya Kemal gibi secdesiz Müslüman da kalamayışları nedeniyle malum sentez çabaları da çığırından çıkmıştır.
Geldiğimiz yer ise değersizliğin bir değere dönüştüğü; Godo’yu bekleyenin artık sadece Samuel Beckett’ten ibaret olmadığıdır.