Post-modern savaşların yürürlükte olduğu şu devirde, siyasi örgütler, milletler ve devletler arası ilişkilerin de post-modern bir sürece evrildiğini bizzat görüyor ve yaşıyoruz.
Bu çerçevede artık konvansiyonel olan hiçbir şey yok; meşhur soğuk savaş terimi bile mezkur ilişki içinde eridiği gibi, manda sistemi olarak bilinen başka bir devletin vesayeti altında yaşama hali de günümüzde kanıksanmış ve sıradanlaşmıştır.
Öyle ki, herhangi bir liderin Amerikan başkanını ziyareti, bir bağlılık testi ve onun ilgisi olduğu bölge (devlet) bazında yeni bir ödeve layık görülüp görülmediği şeklinde değerlendirilmekte olup, Amerikan başkanının o ziyaretçisiyle el sıkışması bir tenezzül, tebessümü bir değer verme, konuşma süresinin uzunluğu ya da kısalığı bir kabul ya da ret göstergesi sayılmaktadır.
Hal böyle olunca, geçmişte Birleşmiş Milletler’de güya hukuki bir nitelik kazandırılan manda (vesayet) sisteminin uygulanması konusunda, aynı çatı altında ayrıca bir karar üretilmesi de gereksizleşmiş ve bu örgütün Güvenlik Konseyi’nde, kararları veto etme hakkına sahip olan Amerika, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya kendileri dışındaki hemen her ülkenin geri plandaki gerçek sahipleri haline gelmişlerdir.
Örneğin, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Ortadoğu’yu işgal eden devletler, mandater bir hukuka yaslanma zorunluluğu duyarlarken, bugün tekrarlanan işgallerde buna ihtiyaç kalmamıştır. Nitekim Irak’ı işgal eden Amerika, barış getirme misyonuna dayanırken, zalim Esed’in koruyuculuğunu üstlenen Rusya, bağımsızlığa sahip çıkma havarisi kesilmiş, Amerika–İsrail desteğiyle Mısır’da darbe yapan Sisi, laikliğin yegâne savunucusu oluvermiştir.
Bu örnekleri Afganistan’ın Rusya ve bilahare Amerika tarafından işgaline, Suudi Arabistan ve Katar’ın Amerika’dan silah satın alma adı altında haraca bağlanmalarına, BAE’nin bölgesel fitnenin koordinatörlüğüne atanmasına... kadar genişletmek ve aynı bağlamda yorumlamak mümkündür.