Malum medyanın yazarlarından biri, dünkü yazısında, erken seçim beklentisine girenlerin, “Kudüs krizi gibi siyasi konuların değerlendirilme şekli(ni), milliyetçi ve dini söylemlerin artması...”nı gerekçe olarak gösterdiklerini yazarken, bir diğeri de geçmişte devrimcilik romantizmine kapılarak FKÖ kamplarında eğitim görenlerin ve dolayısıyla Filistin meselesinin tanıtılmasına az da olsa katkıda bulunanların karşısında 'saygıyla eğilme' buyruğunu iletti.
FKÖ kamplarından eğitim görüp, Türkiye’ye döndükten sonra Batı ajanlığında karar kılan birinin Filistin’le ilgili kitabını ta Haziran 1982’de, Mavera dergisinin 67. sayısında değerlendirdiğim için, “keşke sendeki kafa bende olsa” demeye bile yüksünerek ikincisini bir kenara iterken, ilkinin yazdıkları üzerinde durmak istiyorum.
O yazarın, başkalarının düşüncesi olarak söylediği şeyin gerçekte kendisine ait olduğunu anlamak için arif olmaya gerek yok. Eğer, din, tarih ve millet düşmanı bir CHP’li değil de, yerli şarkiyatçı bir gazeteci iseniz asıl zihniyetinizi ancak böyle yansıtabilirsiniz. “Kudüs krizi gibi siyasi konuların değerlendirilme şekli” diyerek, dünyanın gündemi olan bir gerçeği kelime oyunlarıyla tavsatmakla kalmaz, “milliyetçi ve dini söylemlerin artması” ekiyle, aynı gerçekliği farklı bir siyasetin kulpu haline getirirsiniz.
Oysa ki, konu Kudüs ise, söylem (milliyetçi değil) millî-dinî ve siyasî olarak ayrılmaz. Bilakis Kudüs bu söylemlerin müştereken (ayrıştırılmaksızın) kullanılmasını zorunlu kılar.
Kudüs yeryüzünde varlığı sabit, gerçekliği tartışılmaz olan iki kabirden birine sahiptir: Hz. İbrahim’in El-Halil’deki kabri. Diğeri ise Hz. Peygamber’in Medine’deki kabridir.
Hz. İbrahim, MÖ 1900’lerde tarihi kayıtlarda yer almaya başlayan Kudüs beldesine (el-Halil’e) MÖ 1650’lerde gelmiş bir Amori’dir. Amoriler ise, çıkış nedenleri tam bilinmemekle birlikte Arabistan’dan Mezopotamya’ya gelerek hakimiyet kuran bir kavimdir.