Batı, ruhban sınıfının (kilise babalarının) dini kendi yararları için araçsallaştırarak, onu bir baskı mekanizması olarak yapılandırıp, sürekli halkın ensesinde sallanan (ve sıkça gerekli görülerek enselere aniden indirilen) bir kılıcın soğukluğu, sertliği sayesinde ürettiği korkuyla, asırlarca yüz yüze yaşadı.
Engizisyon süreci bu korkunun, en çok bilinen müesses örneklerindendir.
Katolik dinine / mezhebine karşı çıkanları, onun oluşturduğu emirlere aykırı hareket edenleri cezalandırmak amacıyla 1183 yılında başlatılıp, 1834 yılında sona erdirilen Engizisyon mahkemeleri, 15. yüzyılda İspanya’daki Müslümanları ve Yahudileri de hedef alarak Avrupa’nın tamamına, hem dini hem de siyasi bir kurum olarak yayılmış ve akıllara durgunluk veren dehşetleri yaratmıştı.
Haliyle din, Batı'nın kolektif bilincine, papazlar eliyle işletilen bir zulüm mekanizması olarak kazındığı için, dini gündelik hayatın dışında tutma başarısı olarak papazların sultasına son verme çabası, sadece Batılılar için değerli ve sürdürülmesi elzem bir olgudur.
Ki, bu aynı zamanda, sekülerleşme (dünyevileşme), dinsiz bir hayatın imkansızlığı düşüncesi ile dinin yapılandırılmasındaki olumsuzluğun giderilmesi mücadelesinde, Batı’nın kendi deneyimleriyle, kendi selameti için ürettiği ve dolayısıyla sadece onun özelinde ve şartlarında anlaşılabilir olan bir uzlaşımdır.
Bilahare dini halkların afyonu olarak niteleyen Marks da bu uzlaşıma tabidir ve yaptığı niteleme de son tahlilde yukarıda zikrettiğimiz şekliyle Batı’nın kolektif bilincinden hareketle yaptığı bir nitelemedir.