Yer, dildeki istila kabiliyetiyle belalı bir kelime; yer(leşik)liliği hakikatine dahil olan için yer olmayan bir yer yok çünkü.
Genel planda, yerleşebilir olan her şeyi içine alan bir zarf azmanı olduğu gibi, özel planda, zarf hükmündeki binlerce yeri de kendine dahil eder, yer:
Bastığım yer, yerde yer edindiğim (mekan tuttuğum) yerdir; bilinçaltım tarihin, belleğim kişisel tarihimin (suretler / imgeler kataloğumun), kalbim Rabbimin yeridir; aklım düşünmenin, gözüm görmenin, kulağım duymanın, dilim tatmanın ve sözün... yeridir.
Yeri, Lacan’ca bir özetle, yerleşilen dünya mekanı anlamında yerinde tutarak belalımız olmaktan çıkaralım ki, söz çoğalmasın: “... yerler vardır, topolojik yerler, özler düzeyindeki yerler ve bir de dünyadaki yer var. Bu genelde itişip kakışılarak elde edinilir.”
Ve itişip kakışarak elde ettiğimiz yerlerden birinden söz edelim: Divriği’den!
Divriği’nin kendisi küçük (bir kasaba) ama muhteşem Ulucamii ve Dârüşşifa’sıyla, din, ilim, sanat eseri bakımından büyük bir yer. Burada büyük kelimesini hacim maksatlı olarak kullanmadığımı belirtmeme gerek yok sanırım; Divriği’nin büyüklüğü zikrettiğim eserlerin taklit edilemezliğiyle ve dolayısıyla tekrarlanamazlığıyla, doğru orantılıdır.