Ebu Hâmid el-Gazâlî’ye göre varlık, imge, lafız, mana ve ilim ilişkisi şöyledir:
“...bir şeyin önce dış dünyada (ayn’larda), sonra zihinlerde, sonra lafızlarda, daha sonra da yazıda bir varlığı vardır. Buna göre yazı, lafza; lafız da nefiste bulunan manaya delâlet eder. Nefiste bulunan ise dış dünyada mevcut olanın imgesi/misâlidir. Buna göre başlı başına var olmayan bir şeyin zihinde bir imgesi şekillenmez. Bu imge zihinde şekillendiğinde ise bu, o şeyin bilgisidir (ilmidir). Zira ilmin manası; imgesi olduğu şeye duyular bakımından mutabık olarak nefiste hasıl olan bir imgeden başka bir şey değildir. Nefiste bu iz, yani imge, açık olarak belirmedikçe bu ize delâlet etmek üzere bir lafız düzenlenmez. İçinde sistemli seslerin ve harflerin yer aldığı lafız düzenlenmedikçe bu lafza delâlet eden bir yazı da resmedilmez. Dış dünyadaki ve zihinlerdeki varlık, lafızlar ve yazı şeklinin aksine ülkelere ve halklara göre farklılık arz etmez. Zira lafızlar ve yazının delâleti vaz’i ve ıstılahidir/uzlaşımsaldır.” (Mi’yâru’l-İlm –İlmin Ölçütü, çev.: Ali durusoy – Hasan Hacak, TÜTEK Yayınları, İstanbul 2013)
Bergson’un Madde ve Bellek’te imgeyi, “şey ile tasarım arasında yarı yolda duran bir varoluş” şeklinde tanımladığını da hatırlatarak, metafizik tefekkürün genelliğine; her inanışın, her dünya görüşünün, her varlık anlayışının bu genellik içinde ikamet ettiğine öncelikle dikkat çekmeliyiz.
İslam metafiziği olarak Tasavvuf da aynı yerde kendi farklılığı ve biricikliği ile ikamet eder.
Diğer bir söyleyişle Tasavvuf, kendisinden önce zaten var olan metafizik tefekkür içinden, Kur’an ve Hadis’lerin mihenk edinilmesiyle sağlanan yeni bir seçmeden, ayıklamadan ve eklemeden, daha açık söyleyişle İslamileştirmeden ibarettir.
Tasavvuf tarihinde buna ilişkin çok sayıda örnek yer almaktadır. Biz bunlardan en çok bilinen bir örneği hatırlatmakla yetinelim: