Tarzı itibariyle modern tarih, manzara resimlerindeki figürler gibidir; manzaranın şeklini gösterir, rengini göstermez.
Hikâyeler (mesnevîler, menakıbnâmeler, tezkireler, hatırâlar, seyahatnâmeler, meseller, masallar, tahayyülât / muhayyelât vb.) ise onun renklerini oluşturur.
O emsal tabloda, renkler yoğun olduğunda figürler belirsizleşir, figürler çok belirgin olduğunda ise renkler ifadesizleşir. dolayısıyla tarihin nesnelliği (kuruluğu veya soğukluğu), ancak hikâye ile (onun nemliliği veya sıcaklığı sayesinde) duygu da yüklenerek dengelenebilir.
Bu manada modern tarih, zamana şeklen hükmetme iddiasını taşırken, (klasik tarihi de içkin olan) hikaye zamansallık yoluyla zamana katılmayı benimser; tarihin “şu nedenle, şu yılda”ki bir kaydı, hikayede “fî tarihindeki hâllere” bağlanarak, genişler ve genelleşir.
Yunus Emre Enstitüsü’nün Madrid Şubesi Müdürlüğü’nü yürüten İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Ersin Adıgüzel’le Tvnet’in Endülüs’te Ramazan programına son konukluğunun öncesinde, benim modern tarih kayıtlarda yer alamayan bir olayı ekranda dile getirme talebime karşılık, onun “Bu olayın delili var mı?” sorusuna verdiğim “ben bilim adamı değilim, edebiyatçıyım; sizin mesleğiniz gereği söyleyemeyeceğiniz bu şeyi söyleyebilirim” şeklindeki şaka yüklü cevabım “fî” (zamansal) olanla, zamanın akışı içinde “vuku bulan” arasındaki yukarıda zikrettiğim farkın somutlaştırılabilmesi için, sanırım yeter bir örnek olsa gerektir.
Bu hususu vurgulayışımın nedeni, Tvnet ekranında Endülüs’ü konuşurken, elbette ilgili araştırmaların nihayete ermemesine ve bu manada kat edilmesi gereken yolun uzunluğuna rağmen, Endülüs tarihine dair mevcut kaydî bilgilerin yeterli geldiğini, ancak hikâyelerin çok büyük bir bölümünün unut(tur)ulduğunu fark etmemdir ki, bu manada fethin gerçekleşme zamanlarıyla, Granada’nın düşüşünden itibaren sona kalan Müslümanların (Müdeccenlerin) daha bir yüzyıl boyunca yaşadıkları arasında silikleş(tiril)me, belirsizleş(tiril)me bakımından ilginç bir eşitlik söz konusudur.